Salı, Aralık 31

Üç Deyince Giriyoruz!

  Geriye dönüp 'Heyt be ne yıldı ama' deyip yılbaşı gecesi bütün aileyle yitip giden o senenin kritiğini yapan kişileri hep kıskanmışımdır. Bu seneyle yetinmeyip üstüne üstülük geçen senelerle kıyas yapanları görünce kendimi ölüm döşeğindeki alzheimer hastası gibi hissediyorum. Ama bir klasiktir blogger için, seneyi değerlendirmek.

  Bu sene bence değişimlerin senesiydi. Hem kendi açımdan hem Türkiye, hem de dünya açısından. Genelden özele gidecek olursak, dünyada Papa istifa etti, Kenya Alışveriş Merkezine saldırı yapıldı, Mısır'da askeri darbe yapıldı... 
  Türkiye de tarihi değişimlere tanık oldu. Uzun süredir, zaman ilerledikçe daralan bir kabın içine sıkıştırılmış ''özgürlük'' en sonunda dayanamadı ve özgürlük, özgürlüğüne kavuştu. Kısmen. Ağaçları korumak isteyen çevrecilerin çadırları sabaha karşı ateşe verildi. Türkiye ayaklandı. Gezi Parkı patlaması yaşandı.Milyonlar Taksim'e döküldü. İnsafsızca sıkılan plastik mermiye, biber gazına, tazyikli su ve biber gazıyla karıştırılmış tazyikli suya karşılık halk kendilerini korumak için barikat yaptı. En doğal insan haklarını yerine getiren halk provokatör oldu, çapulcu oldu, marjinal grup oldu. Medya sustu. Medyanın yerine televizyonlarda penguenler 'konuştu'. Türkiye ağır bir sınavdan geçti. İlk önce AVM sonra Topçu Kışlası tehdidine karşılık kazanan Gezi Parkı direnişi oldu. 
  Gezi Parkı seneye damgasını vurdu. Gezi Parkı ruhu oluştu. Sadece ütopyalarda olur sandığımız kardeşlik, birlik, beraberlik Gezi Parkı'nda can buldu. 
  Türkiye değişti. Yaşarken, tarih yazıldı.

  Bloğum değişti. url'si aynı kaldı, ismi değişti. Eski yazılar taslağa karıştı. Yeni sayfa açıldı, adı NTS oldu. 
  Ben değiştim. Büyüdüm. Fiziksel olarak, ruhsal olarak. 2013 yazı bana çok şey kattı. Düşüncelerim yeni bir sayfaya yazıldı. Silinse bile iz kalacak şekilde, sertçe... 2014 de değişim yılı olacak. Geleceğimin belirlenecek. Eğer olursa, üniversite hayatım olacak.

  Ve yılbaşı günü. Bugün de geçen senelerdeki yılbaşında olduğu gibi gece 12'ye kadar tıka basa abur cubur yeyip, kola içip yeni yılın ilk saatlerini tuvalette geçireceğimden şüphe yok. Ve ne yazık ki yılın ikinci gününde başlayan sınavlara yılın birinci günü çalışmak zorunda oluşumdan da şüphe yok.

  Ve gelecek. Umuyorum ki yeni yılda olumlu değişimler yaşarız. Odun gelip odun gitmek yerine umarım kendimizi geliştiririz. Sixpackli, adonisli olabilmek için harcadığımız zamanı umarım kitap okumak içinde harcarız. 
  En önemlisi, umarım noel ile yılbaşının farkını anlayabilen bir toplum oluruz. Bol Sarımsaklı, mutlu yıllar! 

Cumartesi, Kasım 16

Sonbahar Kitabı: Damdaki Melek



    Fuar haftası tam sınav haftama denk gelmişti. Pek kitaplarımı karıştırıp okuma fırsatı bulamamıştım. Fakat dört farklı yazarın yazdığı bu ''Damdaki Melek'' kitabı hem ebatları hem de sayfa sayısı açısından kolay okunacak bir kitap olarak göründü gözüme. Hal böyle olunca sınav haftası dinlemeden başladım okumaya.
  Kitap dört farklı yazarın dilinden dört farklı karakter hayat buluyor. Yazarlarımız Cécile Roumiguiére, Violette karakterinin, Maryvonne Rippert, Zik karakterinin, Jean-Michel Payet, Satya karakterinin, Sigrid Baffert ise Amos karakterinin ağzından yazmış. Kitap her karakter için dörde bölünmüş ve her karakter için de ellişer sayfa ayrılmış.
  Bu dört karakter arasında sıkı bir dostluk bağı bulunuyor ve kendilerine Mavi Kirazlar diyorlar. Hatta kitap ''Kirazlar Anlaşması'' ile başlıyor.
  Bu dört karakterlerden kalıp dışı sayabileceğimiz Zik ve Amos var. Zik bir melez, Amos ise eşcinsel. İki tane toplum tarafından klasik olarak dışlanan figür. Zik, dışlanmasını ve bundan duyduğu rahatsızlığı iç çatışması ile kendi bölümünde bahsediyor. Fakat eşcinsel olan Amos'da herhangi bir iç çatışma izi yok. Diğer iki karakter ise oldukça sıradan kişiler olarak karşımıza çıkıyor.
  Fransız yazarlardan oluştuğu için isimlerden cinsiyetlerini ayırt etmekte belki zorlanabilirsiniz, şayet ben zorlanmıştım. Zik ve Violette kız, Amos ve Satya ise erkek. Ben Satya'nın erkek, Zik'in kız olmasına şaşırmıştım.
  Kitap ismini Zik'in bölümünden almış. Mavi Kirazlar dizisi tahmin edebileceğiniz gibi dört kitaptan oluşuyor ve ilk kitap ismi Zik'e ayrılmış. Fakat şöyle ki, kitapta diğerlerinden farklı apaçık belirgin olan, farkındalık yaratan bir özelliği yok Zik'in, ve bölümünün. Neden ilk kitap Zik'in bölümünden alınmış, bilinmez.
  Kitap arka kısmında ''yıllarca saklanan ortak bir sır...'' ifadesi yer alıyor fakat serinin bu ilk kitabında bu sırra dair herhangi bir iz bulamadım.
  Kitapta her karakterin sıradan gençlik sorunları teker teker anlatılmış. Viollette merkezden uzak bir tatile gidiyor, Zik'in damda karşılaşıp tutulduğu esrarengiz bir çocuk var, Satya'nın da tutulduğu esrarengiz bir kız var, Amos'un ise bir telefon sapığı var. Hepsi de kendi sorunlarıyla boğuşmaktan grubun diğer üyelerinin sorunlarıyla pek ilgilenemiyorlar. Yani grupta hafif çatırdı var.
  Kitabın hoşuma giden yanı, belirgin bir zaman var ve kişilerin hayatları üzerinde ayrı ayrı hep bu zaman kapsamında duruluyor. Mavi Kirazlar grubunun buluşmaları ortak kısımlar, yani her karakterin bölümünde görülen kısımlar.
  Kitapta her karakterin başına birileri musallat oluyor. Olaylar da bu musallat olan kişi çerçevesinde gelişiyor. Hoşuma gitmeyen kısım ise bazı olayların çabuk gelişmesiydi. Yani mesela bir öpüşme sahnesi varsa, bence bu öpüşme sahnesine geçerken arada bir köprü olmalı. Böyle ''İşte öpücük geliyoooo'' hissi filan uyandırmalı. Ama öyle değildi, aniden oldu bittiye vurmuşlar. Sanki ''Aman ayıp kısımlar bunlar, geçelim bunları, fazla durmayalım'' dermiş gibi.

  Rippert ve Baffert'in betimlemeleri harikaydı. Aslında her yazarın betimlemesi, tasviri, benzetmeleri çok harikaydı fakat bu iki yazarın betimlemelerinde ayrı bir tat vardı. Fakat Rippert betimlemeleriyle ara ara boğdu beni.
  The Doors şarkıları, Emily D. alıntıları kitaba çok güzel bir tat katmış. Özellikle E.D. alıntıları bana şairi araştırmama hatta şiir kitabını almama neden olacak türden bir güzellikteydi.


  Genel olarak yorumuma gelirsek, kitap gençlik kitabı ve bu kitap savan gençlik kitaplarından değil. Demek istediğim, dolu bir kitap. Özellikle dört farklı yazarın özene bezene kendi karakterine odaklanıp yazmaları ve bir bütün oluşturmaları kitabın rengini belirleme de oldukça önemli bir faktör olmuş. Gel gelelim ışık hızıyla olup biten olaylar, saçma ayrıntılardan kocaman bir sır çıkaran kısımlar da hafif can sıkıcıydı.

  Kitap ON8 yayınevinden çıkmış olup çok sevgili dostum Mehmet Erkurt, Fransız aslından harika bir çeviri yapmış bulunmakta.



   Kitabı okurken fosforlu kalemimi elimden hiç düşürmedim. İşte fosforlu kalemimle renk bulan cümlelerden bazıları:
Sonsuza kadar aşkmış...haydi oradan!
I'll never look into your eyes... again.
Her coşku dolu ana karşılık, / Bir ızdırap borcumuz vardır; / Acı ve kararsız bir oranla, / Yaşanılan coşkuya.
Güneşi görmemiş olsaydım, / Gölgeye tahammül edebilirdim.  
Su, susuzlukla öğretilir.
Çünkü ayrılış, gecedir o.
Gitmek, bir miktar ölmektir ama ölmek, tamamen gitmektir. 

  Tavsiye edebileceğim harika bir gençlik romanı, gençlik dizisi! Sırf alıntılar için bile okunabilir...


Pazar, Kasım 3

32. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı

  Eminim hepiniz D&R'ı biliyorsunuz. Kitap, film, müzik marketçisi. Önceden sadece bir iki yerde vardı fakat şimdi yüze aşkın mağazasıyla o kadar gelir sağlıyor ki arada bir televizyon reklamlarında bile görebiliyoruz.
  İstanbul Marmara Forum AVM'deki D&R, Türkiye'nin en büyük ilk üçüne girmiş bir şubesi. O mağaza şubesinden daha da büyük devasa bir D&R hayal edin. Ama çok büyük olacak! Toplam on futbol sahası büyüklüğünde neredeyse! Sadece kitapların satıldığını hayal edin. Ek olarak bir de kitaplar türlerine göre değil, yayınevlerine göre dizildiğini hayal edin. Ettiniz mi? O halde 32. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı'na hoş geldiniz!

  Fuara üç-dört senedir giden, kitaplarla haşır neşir olan bir öğrenci-okurum. Üzülerek söylemek isterim ki şimdiye kadar gittiğim en berbat fuar açılışına şahit oldum bu sene. Kalabalıktan ötürü söyleyecek bir şeyim yok bile! Maalesef ki geçen senelere oranla ziyaretçi sayısında bir düşüş gözlemledim açılış gününde. Ha, ilerleyen günlerde artabilir, orasını bilemem.
  
  D&R hayalimize geri dönelim. Birisine kitap sorarsanız eğer %80 oranla çalışan kişi o kitabı bilmiyordur. Tipsiz, bıkkın, 'Sıçayım kitabına, git kendin bul' bakışıyla, sistemden bakabileceğini söyler size. Peşinden gidersiniz sistem bilgisayarına doğru. İstediğiniz kitap yerli bir yapıtsa işiniz kolay fakat yabancı bir yapıtsa işiniz biraz daha zorlaşır çünkü yine %80 oranla çalışan sizden yazarın ismini ya da kitabın ismini kodlamasını ister. Ne edebi kişiliklere sahip bir çalışan...Öyle değil mi?
  O sistemden istediğiniz popüler kitabınızı bulduysanız ne mutlu! Tabii istediğiniz kitap biraz eski tarihlerde basıldıysa bu konuda da şansınız düşüyor haliyle. Küreselleşme popüler kültürün hakimiyetini de getiriyor sanırım. Kitabınızın fiyatı nettir. Normal, etiket fiyatıdır. Ne bir aşağı bir yukarı. Net. O tipsiz çalışan surata teşekkür ettikten sonra kasaya geçersiniz. Kitap kasası. Market kasası. Bakkal kasası. Ama veresiye olmadan. Kasa görevlisiyle para konuşursunuz. Başka ne konuşabilirsiniz o en az çalışanları kadar tipsiz suratla? Ödemeniz için kitap fiyatını söyler size kasa çalışanı. Kredi kartıyla da alsam aynı fiyat deyip iyice içine sokulursunuz küreselleşen dünyada kölesi olduğunuz kapitalizmin koynuna. Ödersiniz paşa paşa kitap paranızı ve yollanıırsınız marketten. Ne harika bir alışveriş deneyimi! Ne harika bir edebi ortam! Türkiye'nin gelişmesi için tam olarak ihtiyaç duyduğu şey bu(!)

  Yukarıda anlattığım alışveriş deneyimini alın ve Kitap Fuarına koyun. Evet, maalesef Kitap Fuarı olmuş size Kitap Marketi Zincirlerinin Toptan Dağıtım Yeri Fabrika Mağazası TÜYAP A.Ş. 
  Sınırlar belli. Edebi sohbet içine girmezler sizinle stant çalışanları. Gözlerinize bakarlar, ellerinize bakarlar, duygularınızı yoklarlar, kitap alacak mısınız diye... Yardımcı olacakları tek konu kitapların fiyatlarıdır. Fiyat konusunda da nettirler. Çoğu standın kasası bile var, siz ne diyorsunuz? Alacağınız kitaba karar verdiyseniz ''Lütfen kasaya ödeyin'' lafını işitirsiniz, kitabınızın barkodu okutulur, yol paranızı bile karşılamayan dilenci parasıyla eş değer bir ''promosyon'' indirim uygulanır kitaba, o da tabii ''alışveriş fişinize'' yansır ve siz o fiyattan ne aşağı ne yukarı bir para verirsiniz.

  Anayasanın 26. maddesindeki düşünce özgürlüğü hakkımı kullanarak, doğrudan hedef alarak söylüyorum bunu, İş Bankası Kültür Yayınları bana elli kuruşun lafını yaptı. Kitap alacaksınız ona göre dikkatli olun. Pazarlık payınız sıfır. Size ''Bizim cebimizden çıkıyor sonra'' diyorlar. Ayağınızı denk alın. Sarımsak, NTS abiniz şimdiden söylüyor.
  Fuara da indirim için gitmeyin. Tabii %20'lik bir indirimi indirim yerine koyuyorsanız gidin.
  Diyeceksiniz hiç mi iyi yayınevi standı yoktu? Vardı, olmaz olur mu? Büyük yayınevileri arasında Günışığı Kitaplığı, Pegasus Yayınevi, ON8 Kitap standlarına gidip çok güzel muhabbet edebilirsiniz. Bunun arasına Kaynak Kitap'ı da sokabiliriz. Fakat onun dışında kitap sohbeti edebileceğiniz bir standa uğramak bence güç. Çalışanların bakışlarını üzerinizde hissettiğiniz için doğru düzgün kitaplara bakabilmeniz bile zor... 

 Kitap Fuarına gideceklere ön bilgi olsun bunlar. Fazla umutlarla gitmeyin, yamulabilirsiniz. Gidip de ''Abartmış bu Sarımsak'' da diyebilirsiniz. Ben sadece karşılaştıklarımı aktardım. Sizin karşılaştıklarınızı değil.

   Gelelim işin indirim bölümüne. Gittiğim stantlarda hatırladığım kadarıyla indirim onları şu şekilde:
Kaynak - %25
Everest - %25
Can - %20
Doğan - %20
İş Bankası - %25
YKY - %25
ON8 - Kitapların büyük çoğunluğu 10 lira eğer dört kitaplık serileri set halinde alırsanız 40 TL yerine 35 TL
Pegasus - %25
April - %40

Şeklinde indirim bulunmakta. Ufak %5'lik yanılma payım olabilir, haberiniz ola. Salı günü tekrar gideceğim, indirim oranlarını güncelleyeceğim.
  İşin özü şu ki, indirim için gitmeyin fuara, kitaplarla bir arada olmak için gidin. Ve gitmişken ON8'e ve Pegasus'a mutlaka uğrayın!
  Görüşmek üzere!
  

Cuma, Haziran 21

Yazın İlk Kitabı!

  Yaza giriş için bu kitabın benzersiz olduğunu düşünüyorum. Şezlongda uzanırken elinize löp diye oturan cinslerde ebatları olan harika bir macera romanı...
  Kitabı bitirdikten sonra sağlam bir uyku çektiğimi söylemeliyim. Belki rüyamda benzer bir maceraya atılırım diye. Fakat bu tarz macera rüyalarda bile zor.
  Kahramanlarımız Kont Lada (Çik) ile Kont Koka (Maik) benzersiz bir yaz tatili geçiriyorlar. Berlin'de yaşayan bu iki genç Eflak yollarına düşüyor. Hem de çalıntı bir arabayla! E tabii başlarına gelmeyen kalmıyor... Polisler, arkalarından ateş açan amcalar, ayaklarını sakatlayan 'su aygırları'...
  İnsan imreniyor aslında. Şahsen ben imrendim. Daha reşit olmayan bu iki gencin tatillerini nasıl geçirdiğine bir bakın sonra dönüp bizim yaz tatilimizi nasıl geçirdiğimize bir bakın! Bir kere aramızda tonlarca cesaret farkı var. Benim arkadaşlarım daha otobüsle bir kıtadan bir kıtaya geçerken tırsıyorlar. Bana sorarsanız... Bu kitabın ana karakterleri arasında ben de olmalıydım! Takma ismim de Kont Noka filan olurdu.


  Her şeyi bir kenara bırakalım, ON8 yayınevinin kaliteli kitaplar çıkardığını, gerçek anlamda kaliteli kitaplar çıkardığını kabul edelim.
  Kitapta sizi sıkacak hiçbir şey yok. Satırlar su gibi akıp gidiyor. Zevkle okuyacaksınız eminim. Hem abartılı macera kitaplarından da değil bu! Yani ne bileyim, hani bir kaza geçiren çocuğun sağ bacağı tam kopmuşken ardından gelen bir kaza ile sol kolunun kopması gibi ''Höh, bu kadar da değil artık!'' dedirtecek olaylar yok. Bu bir artı.
  Ayrıca yazarın, Maik'in aşk duygularını başarılı şekilde işlediğini de söyleyebilirim. Bu da bir artı.

  Kitabımız küçük ebatlarda olduğundan bir de sayfa sayısı 280 olduğundan kitabın içeriğinden fazla bahsetmek spoilere girer aslında. O yüzden bu kitabı okuyun! Pişman olmazsınız.
  Kitabı okurken ara ara telefonumdan 8tracks uygulamasını açtım, uygulama eşliğinde kitabımı okudum. Size tavsiyem siz de öyle yapın. Özellikle 'A Hug and a Whisper' mixi kitabın geneline uyan harika bir mix. Tavsiyemdir!
  Goodreads puanım 5 üzerinden 4.5 aslında. Fakat ortalamasını yükseltmek amacıyla 5 verdim.

ARKA KAPAK YAZISI




 İnsanın, otoban polisi karakolunda sidikli ve kanlı bir halde oturmuş, ebeveynine dair sorular yanıtlaması da büyük ikramiye sayılmaz. Hatta işkence görmek işime bile gelirdi, o zaman heyecanım için bir gerekçem olurdu, hiç değilse.
 En iyisi çeneyi tutmak, demişti Çik. Ben de onunla aynı görüşteyim. Şimdi, yani artık zaten hiçbir şey etmedikten sonra.

 
Annesi alkol tedavisinde, babası asistanıyla sözde iş gezisinde. Maik, yaz tatilini evde tek başına geçirmek zorunda. Ancak, sınıf arkadaşı Çik çalıntı bir Lada'yla çıkagelince, çok uzaklara doğru haritasız, pusulasız bir yolculuk başlamış olur, ta ki...
 Alman Gençlik Edebiyatı Ödülü'nü alan Wolfgang Herrndorf, yankı uyandıran romanında çağdaş bir Huckleberry Finn hikayesi anlatıyor!

Pazar, Haziran 9

#direngeziparki

  Eylemlerin 13. gününde yazılan, 'gecikmiş' gibi gözüken bir yazı. Ama bence konuşmanın tam zamanı.
  Olayları başından beri takip ediyorum. Bu konu hakkında yazılanları olabildiğince okumaya çalıştım. Az laf söyledim. Lafla peynir gemisi yürümez dedim, ben de eylemlere katıldım.
  Bugün başbakanın Adana'da ''Eylem yapanların %95'i önceden Gezi Parkı'nın nerede olduğunu dahi bilmiyorlardı.'' sözündeki o %95'lik kesimdeyim belki ama mühim değil. İstanbul'da doğmadım. Üstüme alınmadım. Zaten söylediği sözü de boş laf olarak gördüm. 
  Diğerleri gibi reklam yapmadım. Reklam yapılacak bir şey görmedim. Boş boş sosyal medyada atar yapmadım. Yazılanları okudum. Midem kaldırdığı taktirde karşıt görüşleri de okumaya çalıştım. Yapmam lazımdı, daha fazla okumam lazımdı ama yapamadım. Atatürk'e edilmiş her laf midemi bulandırmaya yetti, 'Nasıl insanlarsınız?' demeye itti.
  Düşünmeyen insanlarla karşılaştım. Olayları siyasi yöne çekenlerle de. ''CHP başlattı hep bunları'' diyenleri çok gördüm mesela. Güldüm. Dedim ya, lafla peynir gemisi yürümez. Keşke gitselerdi görselerdi eylemlerin ilk günü.

  En çokta kendime kızdım şimdi. Tayyip gibi 'yaptıklarımı' sıraladım. Kendimi ona benzetmek kendime ettiğim küfür gibi. Nefret etmiyordum aslında önceden Tayyip'ten. Sevmiyordum ama nefret de etmiyordum. 'Yapacak bir şey yok, katlanıyoruz.' deyip siyasi içerikli konuşmuyordum hiç. Ama bu sıralar yaptıkları, söyledikleri, sadece benim nefretimi değil Türkiye'nin çoğunun nefretini kazandı. Halkı, bizi kışkırttıkça daha çok nefret ettik.

  Her zaman ''3-5 ağaç'' diye yaptıkları şeyleri azımsadığımız için içten çürüttüler bizi.
  Fotoğraf çektim bir sürü. Halkın birlik beraberliğini, dayanışmasını çektim. Ama yüklemeyeceğim. Gidin kendiniz görün! Hissedin o dayanışmayı. 'Al, bundan da ye' diye elinize yemek tutuşturdukları zamanki, kitap götürürken arabadan ''Metroya kadar bırakayım'' dedikleri zamanki, 'Helal olsun' diye omuzunu sıvazladıkları zamanki duyguları yaşamadan anlamazsınız çünkü.

  Söylenecek çok söz varken hiçbir şey söylemiyorum. Elalemin Madonna'sı bile kilometrelerce uzaktan destek verirken ülkemizde duyarsızlaşan, olayları 'siyasi' olarak nitelendirerek susan insanlara söylenecek söz yok çünkü. Ya da polisin yaptıkları apaçık ortadayken, polisi savunan insanlara söylenecek söz yok.

  

Cumartesi, Şubat 23

''Neden Ben?'' - Benim Çocuğum Film Yorumu - LGBT Üzerine

   Sanırım bu zamana kadarki en uzun yazı başlığım oldu bu. Ciddi bir konu. bu konu hakkında konuşmak için ''Benim Çocuğum'' filmine gitmeyi bekledim aslında. Film/Belgesel hakkında yorum yaparak görüşlerimi bildirmeyi tercih ettim.



  LGBT'nin ne olduğunu bilmeyenler için küçük bir açıklama yapmak gerekirse Lezbiyen Gay Biseksüel Transgender kelimelerinin baş harflerinden oluşuyor ve bu tarz cinsel kimliğe sahip olan insanları kapsıyor. Benim Çocuğum filmininde de çocukları lezbiyen olan, gay olan, transseksüel olan aileler ile yapılan belgeselden oluşuyor. Anne babaların yaşadığı duyguları çocuklarıyla olan ilişkilerini ve bu olay üzerine neler yaptıklarını birinci dilden dinleme fırsatına sahip oluyoruz. Ailelerimiz elalem korkusundan sıyrılıyorlar, her şey çocuğum için diyorlar ve çocuklarıyla birlikte bir derneğe katılıp sonuna kadar çocuklarının arkasında duruyorlar. Beni bu filme gitmeye iten şey ailelerin Türk aileler olması. Fakat tabii aileler, anne babaların duruşlarından olsun, konuşmalarından olsun kültürlü olduğu çok belli oluyordu. Toz pembe görünüm verebiliyor biraz izleyicilere. Ben film sonunda 'keşke bu tarz olaylar hep böyle sonuçlansa' dedim.

   Ne yazık ki her olay böyle sonuçlanmıyor. Filmde de bahsedilen transseksüel olduğu için 57 yerinden bıçaklanarak öldürülme olayından tutun bir çocuğun gay olduğu için amcası tarafından bilmem kaç kurşunla öldürülme olayına kadar bir çok habere şahitlik etmişliğim var.

  LGBT insanlarına karşı toplumumuzda inanılmaz bir nefret olduğu tartışılmaz bir şey. Ama her ne olursa olsun bir insanı sadece kendisi olduğu için öldürmek bana anca mağara insanlarının yapabileceği bir olay gibi geliyor. Başka bir açıklaması olamaz. O mağara insanlarına göre bu, temizlenmesi gereken din suçu, dine aykırı. Onlar öldürülmeli! Bu bir Müslümanın yapması gereken en önemli görev! Çevredeki hiçbir şey insanları rahatsız etmiyor ama onların giydikleri tüm insanlığın gözüne gözüne giriyor. Çevredeki bütün seslere eyvallah diyoruz ama onların ses tonlarını duyunca öldürmek geliyor içimizden. Ama emin olun sizin o beğenmediğiniz mahalle sohbetlerinize alay konusu ettiğiniz travestiler transseksüeller, onları öldüren, 57 yerinden bıçaklayan insansı yaratıklardan daha Müslüman, daha uysal.

  Peki ya onları destekleyenler? Onlara da LGBT gözüyle bakılması saçmalığı? Binevi 'düşmanımın dostu benim düşmanımdır' mantığı değil midir? Kabul edilemez, saçma bir mantık. Belki bana da bu mantıkla yaklaşacaksınız, çokta umurumda değil açıkçası. Bana yakıştıracağınız sıfatlar yüzünden insanlığın geldiği iğrenç noktadan bahsetmeyecek değilim.

  Toplumumuzda bu konular aslında hep geri plana atılan, sözü açıldığında 'aman sus' denilen konular bunlar. Sadece bunlar değil, Türkiye'de cinsellik konuşmak başlı başına bir ayıp! Halbuki bu çok yanlış. Aramızda olan insanları konuşmamak, onları yok saymak, onları dışlamak... Hiçbir şey katmaz ki bize. Geriye sürükler sadece.

   Nereye kadar devam edecek peki bu? Ne zaman bir uzlaşmaya gidilecek? Ne zaman duracak cinayetler, intiharlar? Kenneth James Weishuhn'u hatırlıyor musunuz? Hatırlamıyorsunuz tabii nereden hatırlayacaksınız. Yazın slaytlarını izleyip izleyip ağladım, zorbalıktan dolayı intihar eden 14 yaşındaki çocuk. Sözler Yeterli Olur Mu? başlığı altında yayınladığım bir de yazım var hatta. İleride yazacağım kitabımı ithaf edeceğim insan Kenneth. Abartıyor gibi görünebilirim, evet belki de öyle. Ama burada yanlış bir şeyler var ve ben bu yanlışa göz yummak istemiyorum. İnsanların kendi kendisine verdiği yargılama hakkına katlanmak istemiyorum.



  Belki diyeceksiniz, 'Kardeşim sadece bu insanlar mı ölüyor? Neden Afrika'daki insanlardan, sokakta yatan insanlardan bahsetmiyorsun?' Fakat olay şu ki, Afrika'da insanlardan herkes bahsediyor. Bir sürü yardım kuruluşları yardım sağlamak için çırpınıyor. Peki ya zorbalıktan ölen, aşağılandığı için intihar eden, sahip olduğu kişilikleri için aileleri tarafından öldürülen, çoğu içine kapanık insanlardan olan LGBT insanlarını kim destekliyor? Kim onlar için bir şeyler yapıyor? Ben belki zorbalığa kökünden çözüm bulup aileleri bilinçlendirme LGBT insanlarını hayata kazandırma yolunda tam bir başarı sağlayamayabilirim. Fakat, birilerinden ses çıkması lazım. Sen susarsan, ben susarsam, kim konuşacak?

  Hz. Muhammed (s.a.v)'in güzel bir sözü var: ''Sakın kınamayın; çünkü kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz.'' Bu sözün üstüne söylenecek hiçbir şey yok aslında. İnandığım bir şey var, bir gün sizinde çocuğunuz LGBT insanlarından birisi olabilir. Kızınız kendisini erkek gibi hissedebilir ya da oğlunuz kız gibi hissedebilir. Peki ya o zaman ne yapacaksınız? Ben söyleyeyim mi? O zamana kadar kınadığınız, tiksinerek yaklaştığınız travestiler, transseksüeller aklınıza gelecek ve pişman olacaksınız. Deli gibi pişman olacaksınız. Sizin de çocuğunuzu dışlayacaklar. Çocuğunuz ''Neden ben?'' diyecek size. İsyan edecek. Siz ne yapacaksınız?

  Kendinize yargılama hakkını vermeyin. Söyleyeceklerim bu kadarla sınırlı değil tabii. Konuyu uzatıp sıkıcı bir hale getirmek istemiyorum, herkesin sıkılmadan okuyup 'evet cidden doğru söylüyor olabilir' demesini istiyorum. Bu konuyu burada kapatmıyorum. LGBTlerin yaşadıklarını şeyleri gözlemlerimle size aktarmak istiyorum ileride. Okuduğunuz için teşekkür ederim!

























Cuma, Ocak 18

V.C. Andrews - Çatı | İnceleme

Kitap ile oldukça uyuştuğunu düşünüyorum bu şarkının. Tabii 'Oh Father' yerine 'Oh Mother' dersek daha uygun olur. :)

  Merhaba sevgili Sarımsak severler! TÜYAP Kitap Fuarı'ndan alma fırsatı yakaladığım Dollanganger serisinin ilk kitabınn incelemesini yapacağım bu yazıda. Dersler, sınavlar derken ne yazık ki yaklaşık bir ay aksayan bir inceleme yazısı bu yazı. Umarım bekletmeme değen bir yazı olur. :)

  İlk önce seri hakkında biraz bilgi vermek gerekirse Dollanganger ailesi serisi beş kitaptan oluşuyor. Fakat Türkiye'de ne yazık ki dört kitabı yayınlanmış. Son kitabını edindiğim bilgilere göre Andrews yazmaya başlamış fakat bitişini Andrew Neiderman gerçekleştirmiş. Bundan olsa gerek yayınevi çıkarmaya gerek duymadı diye tahmin ediyorum.

 Serinin ilk kitabının orjinal ismi 'Flowers in the Attic' yani 'Tavanarasındaki Çiçekler.' Bizdeki ismi ise 'Çatı' İki isimde oldukça uygun bence. Çatı isminin ayrı bir gizemliliği olduğu kesin. İnsanda merak uyandırıyor. Ama 'Tavanarasındaki Çiçekler' ismi de bir o kadar ilgi çekici.

Flowers in the Attic

Yukarıda Çatı kitabının orjinal kapağını görüyoruz. Kitabın konusu özetleyen bir kapak fakat biraz basit gibi. Bir D&R'da görsem, bir kitabın kapağına çok dikkat eden birisi olarak ilgimi çekmez bu kapak.


Bu da şu anki kapak. Her ne kadar bu da insanda aman aman bir merak uyandırmasa da orjinal kapağa göre daha iyi olduğunu düşünüyorum.

  Kitabımıza gelecek olursak eğer, konusu kısaca şöyle: Bir anne çocuklarını çatıya kilitliyor. Kitap çocukların Çatı'daki çöküşlerini ele alıyor. Anne tabii sürekli çocuklarına ümit veriyor, garibanları oyalayıp duruyor fakat onun asıl derdi para. Olay bu. :) İnsan durup 300 sayfada insan çocukların neler yaptığını okumaktan sıkılmaz mı, diye düşünüyor evet. Fakat sıkılmıyor. Çünkü Çatı'dakiler birer çocuk. Ergenliklerini ve büyüme çağlarını burada gerçekleştiriyorlar, kapalı bir odada. Vücutlarındaki değişimleri gözlüyorlar, büyüyorlar, olgunlaşıyorlar. Hal böyle olunca inanın 300 sayfanın nasıl geçtiğini anlamıyor insan.

  Kitap Altın Kitaplar'tan çıkmış. Altın Kitaplar'ın gerçekten kaliteli kitapları var ve bu da onlardan birisi. Çok ufak tefek yazım hataları var, onun dışında basımda herhangi bir sorun yok.
  Kitabın Goodreads puanı 3.67. Ortalama bir puan. Bana göre ortalamanın biraz üstünde bir kitap. Şöyle ki aslında bana da basit bir kitap gibi geldi ilk bölümde. (Hemen bahsedeyim, kitap iki ana bölüme ayrılıyor. Tabii tahmin edeceğiniz üzere asıl olaylar ikinci bölümde gerçekleşiyor.) Fakat ikinci bölüme geldiğimde yazarın zekice kurgusuna şahitlik ettim ve bu ortalamanın üstünde bir kitap olduğunu düşündürdü bana.

  Bazı yerlerde ufak tefek mantık hataları yakaladım. Ya da bazı yerlerde olayın daha aksiyonlu olarak gelişmesini bekledim, fakat bu da yazarın takdiri bir şey diyemeyiz. :)

  Kitapta olaylar yavaş gelişebilir ki bu da konuya göre oldukça normal bir şey. Yalnız yazarın olayları anlatma şeklini pek beğenmedim. Ben duygusal bir insanım ki bu kitabın da konusu gerçekten etkileyici, fakat etkilenmedim. Eğer bu olayları gerçekten yazar yaşadıysa duygularını tam olarak ifade etmek, tekrar o ana dönmek (!) istememiş olabilir bu yüzden soğuk bir tavır sergilemiş olabilir diye düşündüm. Ama belirttiğim gibi kitapta rahatsız edecek kıvamda anlatım soğuktu. Etkilenebileceğim olaylardan anlatım tarzı yüzünden etkilenmedim. Mesela The Help kitabındaki yazar öyle bir anlatım biçimine sahipti ki etkilenmeyecek bir şey olmasa bile insanın kalbine dokunan cümleleri vardı. Bu tarz bir anlatım olsaydı eminim ki Goodreads ortalaması 4'ün üzerinde olurdu. Yine de harika bir eser koymuş ortaya.

  Kitabın sonundaki yazarın notu okurlara 'Acaba gerçekten yazar bunları yaşamış mı?' diye düşündürüyor. Bu konu hakkında araştırma yapmadım fakat olası bir şey. Bu da tabii kitabı biraz daha çekici hale getiriyor.

  Benim kitaba Goodreads puanım 5 üzerinden 4. Okumanızı tavsiye ettiğim bir kitap. Çocukların gelişimlerini, büyümelerini güzel şekilde gözlem altına alan bir kitap. Tavsiyemdir :)

DİPNOT: Sırada, katıldığım kitap okuma yarışmasının kitapları var... Toplam on kitap ve gerçekten biraz ağır kitaplar. Umarım yarışmaya kadar yetiştirebilirim. Hemen ardından serinin diğer kitaplarını okumaya ve incelemesini yapmaya devam edeceğim.
DİPNOT: Blogumun artık yeni bir teması var! Tasarımı tek başıma yapamadım elbette, bana yardım eden Büşra Bal ablama gerçekten teşekkür ederim. Adeta tasarımı o gerçekleştirdi. :) Umarım beğenirsiniz!

Bir dahaki yazıya kadar görüşmek üzere Sarımsak severler! Kendinize iyi bakın!

Salı, Ocak 8

Her Şey... Biter Mi?


Bazen bir şarkı çalar ve bir şeyler yazmak isterseniz. Dünyadan kopmak isterseniz. Duygularınızı, hissettiklerinizi ifade etmek isterseniz birden...


  Bazı şeylerin hiçbir zaman bitmeyeceğini düşünürüz. İlk günkü gibi devam edeceğini sanırız. Dostlukların, aşkların... İlk günkü heyecanını, tazeliğini her zaman koruyacağını zannederiz. Ama... Sonra görürüz ki....

  ''Neden?'' diye sorarız ilk önce. Neden? Neden böyle oldu? Sebebi ne? Cevap gelmez karşımızdan, yüzleştiğimiz aynadan. O da soruların aynısı bize yöneltir. ''Neden?'' diye sorar tekrar bize. Soruları sadece aynayla paylaşabiliriz. Çünkü aynı soruları hiçbir şeyin farkında olmayan sevgilimize, dostumuza yöneltmek istemeyiz. O halde bile onları düşünürüz, üzülmelerini istemeyiz.

  Ne güzeldi değil mi o ilk öpücük? İlk sinema. Hala saklamaya devam ettiğiniz ilk sinema bileti.
  Her düşündüğünüzde hüzünlendiğiniz anılar. Ardından gelen sessiz hıçkırıklar, bir iki göz yaşı. Tekrar sorarsınız, Neden?

  Düzeltmeye çalışırsınız bu berbat durumu. Bu kararsızlığı. Bu duyguların sona erişini. Çabalarsınız, ama bitmiştir işte her şey. Artık o ilk öpücüğü hatırladığınızda sevinçten havalara uçmazsınız. İlk sinema gününüzde el ele tutuşmanız aklınıza gelince buruk bir gülümse ile karşılık verirsiniz o güzel anılara. Çünkü her şey bitmiştir artık. Anlam veremediğiniz bir sebepten dolayı...

  Kabul etmek istemezsiniz ilk önce. ''Hayır!'' dersiniz. ''Yanılıyorum. Her şeyin bittiği filan yok. Sadece kafamda yarattığım saçma kuruntularım!' diyerek söz geçirmeye çalışırsınız kendinize. Ama içten içe bilirsiniz ki... Her şey... Bitmiştir.'' 

  Her şey bitmişken ve o hiçbir şeyin farkında değilken yavaş yavaş uzaklaştığınızı fark edersiniz ondan. Artık çıkma tekliflerini geri çevirir hale gelir, kabul etseniz dahi beraber geçirdiğiniz zamanın bir anlamı kalmaz.

  Siz ilişkinizi kurtarmaya çalışırken acı gerçekler her geçen gün daha da belirgin hale gelmeye başlar. Hiçbir zaman bitmeyeceğini düşündüğünüz ilişki çıkmaza girer. Buraya kadar olduğunu düşünürsünüz. Kafanızda artık tek bir soru vardır: Her Şey... Gerçekten Biter Mi? 


Dipnot: Yazı sonuna kadar her bitişinde başa sarıp dinlediğim, yazıma ilham veren Beam Me Up şarkısı için Pink'e minnettarım. O benim en büyük idollerimden birisi...
Dipnot: 'Çıkmak' kelimesini Türkiye'de kullanılan anlamıyla kullanmadım. Hani şu filmlerde izlediğimiz 'çıkmak' deyince akla gelen yemeğe gitmek olayını yükledim bu kavrama.

Pazar, Ocak 6

2013 Dilekleri

Mayıs ayında gelmesi beklenen ama kesin olmayan Rihanna ile giriş yapmak istedim yılın ilk yazısına. Shine bright like a diamond :)



  Yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl, yeni yıl  bizlere mutlu olsun çıkı cık cık. Yeni yıl x4 bizlere kutlu olsun çıkı cık cık. 

  Bayanlar ve baylar, son dakika gelişmesini hemen sizlere paylaşmak istiyorum! Sarımsak bir yıl aradan sonra tekrar geri döndü!!! (Çaktırmayın sevgili okurlarım. Bu sene kimseye -seneye görüşürüz- esprisi yapamadım hevesim kursağımda kaldı. Acısını sizden çıkarmak istemezdim ama yazık bana da.)

  Bu yılın ilk yazısında 2013 hakkındaki dileklerimden, 2013'de ne beklediğimden filan bahsedeceğim. Hani belki olur da gerçekleşir. Bir umut. Hem de şöyle güzel bir istediğim kişisel şeylerden oluşan top3 listesi hazırlayacağım, zira doğum günüme üç aydan az zaman kaldı. Hediye için bir fikir edinmiş olursunuz. Hem bu doğum günü saçmalığına neden bu kadar önem verdiğimi anlatırım o vesileyle.

  Ben her zaman yeni başlangıçlar yapmaktan hoşlanmışımdır. Yeni yıl, yeni başlangıç. Yeni hafta, yeni başlangıç. Yeni ay yeni başlangıç gibi. ''Şimdi artık eskisi gibi olmayacağım.'' ya da ''Yaptığım hataları yarından itibaren yapmamaya çalışacağım.'' gibi. Aslında her insan yapmalı bu yöntemi. Çünkü bu sizin hayattan ümidi kesmediğini, kendinizi geliştirmek adına bir şeyler yapmaya çalıştığınızı gösterir. Umarım yeni yılda yeni başlangıçlar yapmayı başarmışsınızdır.

  Şüphesiz bu yıldan en büyük beklentim, karaktersiz, kişiliği yerine oturmamış insanlarla karşılaşmamam. Sanırım böyle bir şey imkansız. Çünkü İstanbul gibi metropol bir şehirde her türden insan var ne yazık ki. Kafanı nereye atsan kişiliği beş para etmez insanlarla karşılaşıyorsun. Yüzsüz insanlarla, iki yüzlü insanlarla. Dün arkasından tonlarca şey saydırırken ertesi gün orada burada 'O beniimm bir taneemm' diyen insanlarla. Tabii ki onların ne yaptığı beni ilgilendirmez. Benim isteğim sadece onlarla karşılaşmamak. Benden uzak dursunlar başka bir şey istemem. Umarım yüzsüzlükte nam salmış, karakterini anlamaya çalışırken karaktersiz olduğunu gördüğümüz insanlarla karşılaşmayız.
  Diğer bir önemli dileğim ise elbette ki hayallerimin gerçekleşmesi. İnatla hayallerimden vazgeçmeyenler arasındayım. 'Ne olursa olsun şu uyduruk hayallerini gerçekleştirmelisin!' diyorum her seferinde. Öyle ki New York Times meydanının fotoğrafını panoma yapıştırmış adamım derslerime çalışırken motive olup hayallerimi gerçekleştirmeye bir adım daha yaklaşabileyim diye. Kafayı da yemiş olabilirim. Emin değilim. Umarım bu yıl hayallerimizi gerçekleştirmeyi başarabildiğimiz bir yıl olur.
  Bana yapılan iyi veya kötü şeyleri asla unutmam. O kişiye her bakışımda bir film şeridi gibi bana yaptıkları geçer gözümün önünden. İyi şeyleri dokunduysa ona yardım edebilmek için her şeyi yaparım. Fakat kötü bir şeyleri dokunduysa ağzıyla kuş tutsa bile içimde bir kırgınlık, bir tavır olur hep. Bu iyi bir şey mi bilmiyorum fakat umarım bu yıl kötülükleri dokunan insanlardan çok iyiliği dokunan insanlarla karşılaşırız ve umarım hep iyiliği dokunan insanlarla beraber oluruz. Dostlarımızla... :)

 
Vee sıra geldi bu yıl öküz gibi istediklerimden oluşan top3 listesine!

                                                              1. Kulaklık
Bakın ne kadar güzel duruyor. Doğum günü hediyesi için inanılmaz bir hediye! Bana alın diye demiyorum, bir fikir olarak aklınızda bulunsun diye diyorum. Yoksa bana almasanız da olur tabii (!) Buradan inceleyebilirsiniz.

2. Twister Dance
Bakın şunun güzelliğine. Her ne kadar süper bir dansçı olmasam da sıkıldıkça açıp dans edebilmeyi isterdim. Hem içindeki şarkılara bağlı kalmak zorunda değilsin, sen de şarkı ekleyebiliyorsun! Buradan inceleyebilirsiniz!

3. Britney-Madonna Ürünleri ve Bir Kütüphane Dolusu Kitap

Şöyle bir bakınca bu sene isteklerim baya bir azalmış durumda. Bu son maddeyi de yapmış olmak için yaptım                                  
              açıkçası. Ama işin doğrusu Britney ürünlerine ve kitaplara hiçbir zaman hayır demem!

  Ve evet, neden hediyelere bu kadar çok değer verdiğime gelirsek eğer, şu ölümlü dünyada yılın bir gününü doyasıya mutlu geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ve bu mutlu günü kutlamak adına hediye benim için olmazsa olmaz. Yani yıl bir günü hediye isteyerek yüzsüzlük yaptığımı düşünmüyorum açıkçası. Yazık bana da, yılda bir kez mutlu olmaya hakkım yok mu yani? Masum kedi tarzı bir paragraf oldu bu.

  Son olarak arkadaşımın önerisi üzerine yapacağım bir uygulama var. Her yazının sonunda bir kitap tanıtacağım. Zevkli olacak gibi! Ve ilk kitabımız:

                                                        Marilyn - Aşk... Ölene Dek

       
                                                                    Yazar: Alfonso Signorini
                                                                    Yayınevi: Turkuvaz Kitap
                                                                    Sayfa Sayısı: 238


Tanıtım Yazısı:

Ünlü gazatesi Alfonso Signorini'nin kaleminden İtalya'da çok satanlar listesinde uzun süre bir numara kalan yepyeni bir biyografik roman.

Maria Callas ve Chanel'den sonra bu kez de gelmiş geçmiş en büyük Hollywood yıldızının acılarla, aşklarla, başarılarla ve milyonlarca hayranla sarılı yaşamının hiç bilmediğiniz noktalarını, nefis bir roman tadında, bir solukta okuyacaksınız...

Norma Jeane'in yetim gibi geçen acılı çocukluğundan, zorla evlendirilmesine; mankenlikten figüranlığa; seks sembolü oluşundan dünyanın en çok tanınan efsanevi Hollywood tanrıçası olmasına kadar geçen hayatı ve gizemli ölümünün perde arkası...

''Şöhret harikadır ama soğuk bir gecede ona sarınamazsınız.''

''Güzellik ve kadınsılık yaşla ilgili değildir ve inşa edilemez. Fabrikatörler bana kızacak ama çekicilik de üretilebilecek bir eşya değildir. Gerçek çekicilik bütünüyle kadınlıkta yatar.''


  Benim uzun süredir merak ettiğim bir kitap aslında. Marilyn'nin hayatına karşı bir merakım var. Sanırım bu merakımı tatmin edecek en güzel kitaplardan birisi bu. Fiyatı 24.90 TL. İçinde fotoğraflar olduğu için ve ciltli olduğu için fiyatı biraz pahalı gelebilir. Ama güzel bir biyografik roman gibi gözüküyor. Okumaya değer!
  Evet Sarımsak severler. Yılın ilk yazısının sonuna geldik! Çoğumuz yoğun bir sınav haftasına giriş yapacağız yarın. Onun için birazdan gidip yoğun bir şekilde felsefe çalışacağım! Siz de yazımı okuyun ki sınav haftasına başlamadan önce motivasyonunuzu sağlayın :P Kendinize iyi bakın!




Bulamadın mı?

DMCA Protection