Pazar, Nisan 20

Ağaçtaki - Intet / Janne Teller

                                                     

  ''Yaşam bana sunuldu
   Ad bana geçirildi
   Beden bana dayatıldı.'' diyor kitabında Edouard Leve. İnançlara göre, doğmadan önce ruhumuzla bir seçim yapıyoruz. ''Yaşamayı'' seçiyoruz. (Gerçi Afrika'daki hangi insan böyle bir hayatı yaşamayı tercih edebilir, bilinmez, zaten orası ayrı bir dini tartışma.) Yaşamak... ''İşte tüm mesele bu.''

  Ağaçtaki kitabının karakteri Anthon ''Hiçbir şeyin anlamı yok.'' diyerek çıkışıyor birden arkadaşlarına, herkese. ''Hiçbir şeyin anlamı yoksa bir şey yapmanın da anlamı yok.'' diyerek de okuldan ayrılıp bir erik ağacına çıkıyor. Gelen geçene erik fırlatıyor psikopat nihilist karakterimiz. Okulda arkadaşları fatal error veriyor, şoka giriyorlar. 'Olmaz öyle şey. Biz büyüyünce -birisi- olacağız, -bir şey- olacağız.' diyerek nihilist dalgalara karşı kulaç atıyorlar. Dalgalar kuvvetli, arkada tsunami var. Diyorlar ki, bu böyle olmaz. Mutlaka bir şeylerin anlamı olmalı. Biz en iyisi anlamı olan bir şeyler bulalım sonra Anthon'a gösterelim şu çocuğu bir imana getirelim, diyorlar. Bu arkadaş grubu yaklaşık iki, iki buçuk mevsim boyunca -anlam- arıyorlar. Sırf Anthon'nun düşüncesini boşa çıkarabilmek için.

  Kitabımızın konusu böyle. Kitap zaten ince bir şey. Bir oturuşta bitirebilir.

  Sanırım kitap bir ara yasaklı kalmış. Nedenini tahmin etmek zor değil. Tahminimce yazar ateist. Eh önümüzde de nihilizm içerikli bir kitap var. Dinlere sataşmadan olur mu? Olmaz. Aslında sataşma demeyelim, dalgaya vurmak diyelim. Çarmıha gerilmiş İsa heykelinin üstüne köpek işemesi muhafazalar Hıristiyanları kızdırabilecek türden. Aynı zamanda Müslüman Hüseyin'in iki gün boyunca dini sebeplerden ötürü cezalı kalması, Müslümanların gaddar olduğunu düşündürebilir, yanlış izlenim verebilir. Ama bu yanlış izlenim bir ilk değil elbette. Dünyaca ünlü bir filmin (sanırım James Bond idi) İstanbul'da çekilen sahnesindeki halkımız maşallah MÖ'den kalma insanlar gibi. Her neyse. Ben herhangi bir noktada rahatsızlık duymadım. Saygısızlık olarak değerlendiren insanlar elbette çoktur fakat doğudaki Müslümanların şeriat yönetiminde yaptıklarını düşünürsek, internette biraz araştırıp yine aynı Müslümanların küçücük bebekleri rehin aldıklarını görürsek, Müslümanların 'din için Allah için' diyerek adamların kellelerini oyuncak gibi kesip şov yaptığı videoları izlersek, Hüseyin'in, seccadesini verdiği için iki gün boyunca ceza almasına çıkacak sesimiz kalır mı, bilmem. Aynı şekilde çarmıha gerilmiş İsa heykeli de bir semboldür. Köpek bu, heykele de işer, kiliseye de işer. Ha eğer heykele işeyen bir insan bir genç olsaydı durum farklı olurdu. Ama bu sadece heykele havlayıp duran bir köpek. Muhafazakar kesimi vakti zamanında fazla kızdırmış ki yasaklı kalmış kitap. Kızdırmaya da elbette devam edecektir. Benim gibi 'geniş' insanlar da kitabın tadını çıkaracaktır, tebessümle tepki verip çok takılmadan okuyup geçecektir.

  Ben kitabı beğendim. Karakterlerin, özellikle Sofie'nin kararlığı beni kendisine hayran bıraktı. 'Anlam'ı aramaya fena kaptırmış bizim kızımız. Spoilera girer mi pek bilmem ama kitapta katılmadığım bir görüş var. Şöyle ki, Anthon, gençlerin bulduğu 'anlamı' eleştirirken, -eğer gerçekten bunun bir anlamı olsaydı gazeteciler ilgi göstermeye devam ederdi- diyor. Katılmadığım nokta bu. Anlamı anlam yapan ona gösterilen ilgi değil bence. Anlam sıradan bir şeydir, değeri sadece o yok olduğunda geride bıraktığı büyük boşluğa bakınca anlaşılır, diye düşünüyorum. Gel gelelim Anthon'un ''Hiçbir anlamı yok onun; olsaydı, satmazdınız zaten.'' cümlesine de sonuna kadar katılıyorum.

''Ölmek o kadar kolaysa bunun nedeni bir anlamı olmamasıdır.''


  Goodreads puanım 5. ON8'den çıkan en kaliteli, en iyi kitaplardan birisi kesinlikle. Mutlaka alıp okunmalı. Bitirdikten sonra da uzunca bir düşünmeli 'anlam'ı.
  Okuyun, okutturun efenim.


Tanıtım Yazısı

''Kızmaya değer şeyler olacaksa, sevinmeye değer şeyler de olacaktır. Sevinmeye değer şeyler olacaksa, demek ki o şeylerin de bir olacaktır. Ama öyle şeyler yok bu dünyada!'' Sesini bir ton daha yükseltip, ''Birkaç yıl sonra hepiniz ölecek, unutulacak ve hiçbir şey olacaksınız; onun için, kendinizi buna bir an önce alıştırmaya bakın!'' dedi. İşte o an, Pierre Anthon'u o erik ağacından bir an önce indirmemiz gerektiğini anladık.

Daha fazla detay için tıklayın!

Pazartesi, Nisan 7

Elden Düşme - Razzle / Ellen Wittlinger

 
                                   Elden Düşme - Ellen Wittlinger - Günışığı Kitaplığı - 260 sayfa
 
  'Zor Sevgiler' kitabının da yazarı Ellen Wittlinger'ın Günışığı Kitaplığı'ndan çıkan diğer kitabı Elden Düşme'yi dün gece bitirdim. Hayatımın geniş bir bölümünü Günışığı ile geçirdim ben. Christine Nöstlinger'la, Aslı Der'le, Clive Barker'la, Eleanor T. Beaty'le, Anna Gavalda'yla, Tolga Gümüşay'la, David Almond'la büyüdüm. Karanlığın Gözleri'nde küçücük yaşımdan dolayı okurken korktum, Konrad'la gazete kuponlarından çıktım, 35 Kilo Tembel Teneke'yle kendimi kıyasladım, Zor Sevgiler'de fanzini öğrendim, gazete bayilerinde fanzin aradım.
  Şimdi 18 oldum. Aradan yıllar geçti. Büyüdüm. Sonra elime 'Elden Düşme' geçti. Turuncu amblemi gördüm. Ellen'ı gördüm. Çocukluk alışkanlıklarından vazgeçilmez dedim, okumaya başladım.

  İnsanlar yıllar yılı çalıştıktan sonra emekli olup daha boş işlerle vakit geçirmeyi tasarlarlar. Çiçek böcek tarzı şeyler hani. Kenyon'un anne ve babası da emekli olduktan sonra belki biraz kafa dinlemek için Boston'dan bir sahil kasabasına, Cape Cod'a taşınırlar. Ailesinin istediği, kafasında planladığı şey, kasabada kulübe topluluğu satın almak, tamir işlerini halletmek ve bu kulübeleri turist konaklamasına açarak işletmek. (Eh, her zaman planlarımız tıkır tıkır yolunda gidecek diye bir şey yok. Babasının sakatlanması, ailenin alışık olmadıkları insanlarla karşılaşmaları ana-babanın motivasyonunu düşürüyor, hevesleri kırılıyor haliyle.)
  Kenyon'nun Boston'daki hayatı pek parlak değil. Görünmez kişi vasfında zavallı. Cape Cod'a taşınınca onun lehine işler değişecek tabii. Bu ilk değişim belirtisi annesiyle çöplüğe gittiklerinde, çöplüğün yanındaki Takas Dükkanı'nda Razzle'la karşılaşması oluyor. Razzle standartlara uymayan bir kız figürü. Farklı.
  Kenyon yavaş yavaş Razzle'ın hayatını öğrenmeye başlar. Yaşam sırlarını çözmeye çalışır, düşmanıyla sevişir, onu tanımaya ve anlamaya çalışır. Sonra bir bakar ki Razzle onun 'ilham perisi' oluvermiş. Eh, işte o zaman Kenyon anlar ki, Cape Cod'da hayat başkadır.

  ''Geçmişe dönüp baktığımda, Razzle Penney'le Truro çöplüğünde tanıştığım güne dek hayatımın derin bir uykudan ibaret olduğunu söylemeliyim.'' diye başlıyor ve yine aynı cümlelerle son buluyor kitap.

  Kişisel yorumuma gelince, Zor Sevgiler'i okuyalı yıllar yılı oldu. O kitaba dair adam akıllı hatırladığım tek şey 'fanzinler'. Ama şundan eminim ki Zor Sevgiler, Elden Düşme'den daha güzeldi, daha iyiydi. Kitapta heyecan veya aksiyon aranmamalı. Oldukça durağan gidiyor. Bu durağanlık sıkıyor mu? Pek sayılmaz. Afakanlar filan basmıyor yani.
  Karakterlere yüklenen sıfatlar biraz yetersiz kalmış gibi geldi bana. Özellikle tesisatçı Frank. Kenyon kadar vasıfsız o da. Keşke tesisatçı olarak değil de daha kitabın ortasında duracak birisi olarak çıksaydı karşımıza. Ayrıca burada bahsedersem spoilera girecek olan kendisiyle ilgili bir bilgiyi ne diye yazar bize vermiş anlam veremedim. 'Sooo?' kafasını yaşadım biraz. Yaniii? Eee? Öyleyse öyle, tamam o halde bunu bir şeylere bağlamalı, diye düşündüm.
  Bunun yanında hep Kenyon'nın ağzından anlatılan kitap keşke ara ara Razzle'ın ağzından da anlatılsaydı diye düşünmedim değil. Çünkü Razzle kitapta önemli bir noktada. Birinci ağızdan duygu karmaşıklığını okumak hiç fena olmazdı bence.
  Bu olumsuzluklar kitabı okunmaz yapar mı? Hayır elbette. Konu cezbedici. Razzle'ın 'tuhaf' olması, kitabın albenisi. Harley de aynı, ''Iyy geldi yine tipsiz'' türünden vazgeçilmez küçük bencilliğiyle merak uyandıran karakter.
  Dediğim gibi, durağan ama sıkıcı olmayan bir kitap. Bölümler uygun düzeyde ayarlı, tamamlayıcı şekilde. Ama özellikle son iki üç bölüm kitabın bütününe meydan okur nitelikte güzelliğe sahip. Razzle gibi birisini tanımak için okunması gereken bir kitap!

Arka Kapak 
Liseye başlayacak olan Kenyon ve öğretmen emeklisi anne babası, şehirdeki yaşamlarını arkada bırakıp bir otel işletmek üzere sahil kasabasına taşınırlar. Sıkıcı ve yorucu bir yaz geçireceğini düşünen delikanlı, hiç beklemediği ilginçlikte insanlarla karşılaşır. Kasabanın çöplüğü yakınında Takas Dükkanı'nı işleten 'tuhaf kız' Razzle, onun ilham perisi olur. Ancak, kasabanın havalı kızı Harley gözünü kamaştırdığında, Kenyon'ın duyguları da, seçimleri de allak bullak olacaktır...

Romanlarında gençlerin yaşamını en az gençler kadar dinamik, heyecan dolu bir dille canlandıran gerçekçi yazar Ellen Wittlinger, bol ödüllü bir gençlik romanıyla daha Türkçe'de. Roman, aşk, dostluk, bireyleşme, aile gibi kavramları, sıradışı bir sahil kasabasındaki insan ilişkileri üzerinden anlatıyor. Büyük kentten sahil kasabasına taşınmak zorunda kalan gencin, sıkıcı günler beklentisiyle adım attığı yeni yaşamı, ilginç hikayeleri olan insanlarla renkleniverir. Fotoğrafçılığa meraklı genç, 'karanlık oda'sından çıkıp hayallerini ve hayal kırıklıklarını koluna takmış yürüyen samimi kasaba insanlarıyla yakınlaştıkça, kendisinin ve yaşamın daha önce bilmediği yüzleriyle karşılaşır. Romanlarında, gençlerin duygu ve düşünce dünyasını tüm gerçekçiliğiyle yansıtmayı başaran Wittlinger, bu kitabında da 'sıradan' ama unutmaz karakterler yaratarak okuru farklı yaşamlara hoşgörü göstermeye çağırıyor.



Pazar, Ocak 5

mı acaba?

  Özgür olduğumuzu söyler insanlar. ''Ne sıkıntın var, ne yapamıyorsun, ne yapamadın bu zamana kadar be nankör?'' diye azarlarlar. ''Kolundan mı tuttuk?'' İstediğimizi giyiyoruz, istediğimizi yapıyoruz. ''Yediğin önünde, yemediğin arkanda.'' Özgürüz ama... Sözde.

  dışarıdaydı. tek başına. Deyip ON8 bloğunun yeni yazarı Ayşe Düzkan'nın öyküsünden etkilendiğim büyük harf kuralına karşı çıkan teknikle kafamda olan konu hakkında bir öykü yazabilirdim. Ama öykü okumak ne kadar haz veriyorsa öykü yazmak bir o kadar sancı dolu dakikalar veriyor bana. Bugün sadece söylemek istediklerimi söyleyip, kelimelerle küçük bir çığlık atıp, belki birilerini bir iki dakika bile olsa hayata bir ara verdirip düşünmesini sağlayabilirim umuduyla yazıp çıkacağım.

  yine aynı mağazaya girip o çok beğendiği yırtık, dar kot pantolonun önünde durdu ve düşündü. almak istiyordu ama alamıyordu. sıkıntısı parası değildi. insanlardı. özgür olduğunu düşünüyordu. elbette bu pantolonu almak onun iradesine kalmış bir şeydi. ama insanlar onun özgürlüğünü kısıtlıyordu. Diyerek giriş cümlesinden birkaç satır sonra bunları yazabilirdim. Öykü güzel şeydir. Özellikle okuması. Ama ben denemeyi daha çok seviyorum. Bir şeyleri dolaylı yoldan değilde direkt olarak söylemeyi, insanları beş dakika değil de iki dakika düşündürmeyi, ''Benim yoğun bir hayatım var'' diyen insanlara ''Madem öyle, yumruk attığım kum torbasının diğer tarafında durup yumruklarımın acısını azaltılmış şekilde ikinci elden hissetmek yerine, gel seninle ringe çıkıp sağlı sollu kroşelerle işin özünü birinci elden hissetireyim sana.'' demeyi seviyorum.

  sorun insanlardı. pantolonu alırken özgürdü belki ama giyerken hiç de özgür değildi. sorun insanların bakışlarıydı. nasıldır o bakışlar siz bilir misiniz? özgürlük ahkamı kesen siz, bilir misiniz o bakışları? bilemezsiniz. çünkü o bakışların diğer bir sahibi de sizsiniz. Derken öykü gereği dolaylı yoldan yazarın, yani benim (öykünün bizzat içine dalıp kural ihlali yaparak bile olsa) beğenmediğim insan figürüne atıfta bulanabilirim. Ama kimse bu figürün kendisi olabileceğini sorgulamaz. Bu yüzden sevmiyorum öyküyü.


  özgürüm ben! diye haykırarak alıp, insanları ne düşünüyorum ki! diyerek giydiği o pantolon görücüsüne çıktı. yine o bakışlar. içindeki özgürlükçü, korkusuz kahraman o an sönmüştü. terlemeye başladı. insanların bakışları korkunçtu. baştan aşağı seni süzüyorlardı. çocuğu ile birlikte market alışverişine çıkan ''normal'' giyinimli bayan kaygıyla bir ona bir de çocuğuna bakıyordu. içinden dua ediyordu. rabbim, diyordu, n'olur diyordu. benim çocuğum ''bunun'' gibi olmasın diye içinden haykırıyordu. ''bunun'' kelimesini rabb'e iletirken, burnu kırışıyordu tiksintiyle. Dediğim anda öykü okuyucusu bahsi geçen bayana ufak bir kin beslemeye başlar. Onun gözünde kötü karakter olur. Tek bir sorun vardır, o kötü karaktere kin duyanların bazıları aslında sokakta aynı şeyi bir başkasına yapanlardır. Yani asıl kin duyduğu karakter kendisidir. Fakat bunu hiçbir zaman bilmeyecektir. İşte bu yüzden sevmiyorum öyküyü. 

  kendini odasına kilitleyip bütün gece ağladı. ''neden'' diye sorguladı. ''neden istediğimi giyip istediğimi yapamıyorum'' diyerek normlara, insanlara nefret kustu. kendisi olamamak ona acı veriyordu. Bunlar olabilirdi dolaylı yoldan mesaj vermek isteyen bir öykünün sonuç cümleleri. 
Ama demiştim ya, ben insanlara dolaylı yoldan bir şeyler anlatmayı sevmiyorum.
Demiştim ya, bugünkü amacım öykü yazmak değil diye..

Bulamadın mı?

DMCA Protection