Cuma, Kasım 13

85 Yazı'ndan... (été 85)

  Merhaba Sarımsakseverler! Pandemi ayları tüm dehşet verici şekliyle sürerken uzun süredir kapalı olan sinema salonların açılmasından sonra 'ilgi çekici' bir şeylerin vizyona girmesini ve aylar sonra o koltuklarda oturup harika film izlemeyi bekledim. François Ozon'un bu yıl gösterime giren été 85 filminin Beyoğlu Sineması'nda gösterime gireceğini duyunca da koşarak gidip izleme isteği oluştu içimde. İyi ki koşarak gidip izlemişim, zira birkaç gün öncesinde Beyoğlu Sineması, pandeminin getirdiği çeşitli sıkıntılar nedeniyle kapılarını bir süre kapatma kararı aldı. 


  Yaptığı göndermelerle, benzetmelerle, müzikleriyle ve daha da önemlisi hissettirdiği duygularla tamamıyla beni etkisi altına alan été 85’in hikayesi aslında sondan başlıyor. İlk sahne bir suç filmi sahnesi gibi adeta, iki yanında kolluk kuvveti olan Alex, bir hikaye anlatacağını söylüyor. Ölüm’e ilgisini olduğunu söyledikten sonra tek bir cesetle ilgilendiğini ekliyor. Tam bu sırada da Haneke’nin Funny Games filmden kopup gelmişçesine Alex kameraya doğrudan bakıp, eğer ölüme ilginiz yoksa burada bırakabilirsiniz, uyarısında bulunuyor izleyiciye, adeta ürkütücü bir kamu spotu gibi.

  Burada başka bir şeyden bahsetmek istiyorum. Prensip meselesi olarak (çünkü ben çok önemli bir şahsiyetim ya ondan hani) genelde izleyeceğim filmlerin fragmanlarını izlemiyorum. Afişine, yönetmenine bakıp karar veriyorum. Bu beni müthiş bir bilinmezliğin içine atıyor ve bu his oldukça hoşuma gidiyor. Bunu söylememin sebebi, aynı hissi été 85’de de yaşamış olmam. Fragmanını izlemeye gerek duymadan afişinden zaten bi’ gençlik aşkı filmi izleyeceğinizi anlıyorsunuz ama filmin bahsettiğim ilk sahnesi kendi kendime ‘galiba hiç de beklediğim gibi olmayacak’ dememe sebep oldu.

  Funny Games vari, Alex’in korkusuzca kameraya, yani bize bakması beni etkiledi. Bu sahneden sonra da bir – iki ay öncesine gidip hikayenin başını izlemeye başlıyoruz, elbette birisinin öleceğini bilerek. Alex ile David’in hikayesi, Alex’in tekne kazası yapması sonrasında David’in ona yardım etmesiyle başlıyor. Pek bir yardımsever olan (burası kinaye dolu…) David, Alex’i alıp evine götürüyor ve David’in annesi bir güzel yardımcı oluyor Alex’e. Bu müthiş arkadaşlık burada başlamış oluyor… Alex ve David’in tekrar italik bir şekilde yazacak olursak arkadaşlığı kısa sürede kuvvetleniyor. Tabii burada üzücü olan şey, bu arkadaşlığın bir ‘yaz rüyası’ kadar kısa olması.



  Film, bir kitap uyarlaması esasen. Aidan Chambers’in Dance on My Grave kitabından uyarlanma bir Ozon filmi. Filmi izlediğimde uyarlama olduğunu bilmiyordum ama filmi izledikten sonra ‘filmin başka ismi olsaydı ne olurdu acaba’ diye düşündüğümde aklıma kitabın isminden daha iyi bir isim gelmedi… Bu, bir ‘anlaşma’ya ya da belki daha doğru bir ifadeyle ‘söz’e dayanıyor. Burada fazla spoiler vermeden geçiştireceğim ancak her sahnenin müthiş bir görsel haz sağladığı gibi spoilerını vermekten kaçındığım sahnede gözlerimin önünde canlanıyor tüm mükemmelliğiyle.

  Asıl ismi Alexis olan Alex, David’in kendisine ‘Alexis çok uzun, sana Alex diyeceğim’ demesinin ardından Alexis’in artık herkesin ona Alex olarak hitap etmesini istemesi, belki de David ile olan bağın ne kadar kuvvetli olacağını ya da David’e ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Aralarındaki bu bağı, birlikte geçirdikleri zamanı izlerken de hissediyoruz elbette. Alex’in David’e, Verlaine’nın Rimbaud’a yazdığı düşünülen şiirini okurken Rimbaud ve Verlaine’nın aralarındaki bağa yapılan gönderme ise şahsen birçok şeyi hissettirerek açığa vuruyor. Başka bir gönderme ise David ile Alex’in alışveriş yapmaya çıktıkları sahnede David bir elbiseyi gösterip Alex’e almasını söylediği zaman yapılıyor. Çiçekli bir elbiseyle Ozon -kanımca- kendi kısa filmi Une robe d’été (1996)’ye gönderme yapıyor. (Bu bir gönderme olmayabilir, öyle olmasa bile kesinlikle bir gönderme. Bunu fark ettiğim için bir miktar kendimi müthiş bir sinefil gibi hissettim.)

  Bununla birlikte beni en çok etkileyen sahneden bahsedeceğim. David ile Alex, bir gece kulübünde dans ederlerken David birden ortalıktan kayboluyor ve sonra elinde walkman ile gelip Alex'in arkasından yaklaşarak kulaklığı Alex'in kulaklarına takıyor. Çalan şarkı ise Sailing... Tüm atmosferi birden tepetaplak yapan David, Sailing dinleyen Alex'in etrafında dans etmeye devam ediyor. Bence sırf bu sahne için bile izlenir... Aynı zamanda, Sailing'e dikkat... Daha sonra -maalesef ki- tekrar çalacak filmde...



  Son olarak filmin sahnelerine ve müziklerine kısaca değinmek istiyorum. 80’lerin müthiş ezgilerine sahip olan müzikler, zekice düşünülmüş ve harika açılarla çekilmiş sahneleriyle birleşince filmin hikayesi ne kadar orijinal olmasa da izlemek için tek başına bir sebep oluyor. Orijinal olmadığına dair ironi içeren vurgu yaptım zira filmin hikayesi ‘iki ergenin yaşadığı duygular’ olarak basitleştirilebilir, ancak bu kadar basit bakmamak gerekiyor diye düşünüyorum. Hele ki oyuncuların performansları çok üst düzeyken…

  Peki bu filmin benim için önemi nedir? Açıkçası milenyum öncesinde geçen özellikle ergen iki erkek arasındaki arkadaşlık hikayeleri beni çoğu zaman etkilemiştir. Bunun birçok etkeni var. Ama en önemlisi yaşanılan saf duygular. David hovarda, şerefsiz ergenin teki. Ama duyguları saf ve gerçek. Saf derken, daha çok gerçek demek istiyorum aslında. Bunu neden önemsiyorum, çünkü gerçek hiçbir duygunun kalmamış olmasından oldukça şüpheliyim…


  Gerçek duygularla ve gerçek filmlerle karşılaşın hep! Ve été 85’i izleyip bana yazın…

Görüşmek üzere Sarımsakseverler!


  


Bulamadın mı?

DMCA Protection