Perşembe, Aralık 27

2012 Yılını Geride Bırakırken...

Yeni yıl yaklaşıyor! Büyük ihtimalle bu yazı yılın son yazısı olacak. :) Yılı güzel bir yazı ve güzel bir şarkı ile bitirmek istedim. Beğenmeniz dileğiyle! Have a holly jolly Christmas!

  Yeni bir yıl bana her zaman yeni bir sayfa gelmiştir. Hatalarımı düzeltmem için, hayata yeniden başlamak için yeni bir sayfa. 'Bu yeni yılın daha verimli olması için çabalayacağım' diyorum ben mesela bu 'yeni sayfa'yı karşılarken.
  Yeni bir sayfaya başlarken önceki sayfaların bıraktığı izler silinmeyecek ne yazık ki. Onlar hep peşimizden bir gölge gibi gelmeye devam edecek, hayatımızın kötü bir parçası olarak. Ama bu sayede iyinin, iyi şeylerin değerini daha çok anlayabileceğiz. Kıtlık yaşamadıkça insan nereden bilebilir zenginliğin değerini? Yaşanan kötü şeylerin insanı daha güçlü kılacağına inanırım. Hayata karşı daha mücadeleci olabileceğine inanırım. O yüzden yaşadıklarımızdan ders çıkarmaktan daha öte 'Bu olay beni güçlendirdi.' diyebilmeliyiz, demeliyiz. Britney'nin dediği gibi: 'Stronger than yesterday!' 
  Yeni bir yıl demek aynı zamanda yeni umutlar, yeni hayaller demek. :) Belki iyi bir üniversite hayali, belki güzel bir yaz tatili hayali, belki de sadece huzurlu bir yıl geçirmenin hayali...

  Bu seneki yeni yıl yazım kısa oldu. Siz bundan memnun kalmazsanız diye geçen seneki yazımın linkini paylaşacaktım ki yazıyı okuduktan sonra vazgeçtim. Daldan dala atlamışım adeta yazıda. Çok yetersiz. Sizinle burada bir kere daha paylaşıp rezil olmaya niyetim yok.
  Her neyse, koskoca bir yılı daha geride bıraktık Sarımsak severler. Bazılarımız için iyi bazılarımız için kötü bir yıl oldu ama umarım 2013 yılı hepimizin istediği gibi bir yıl olur. Kendinize iyi bakın ve yeni yılda hayallerinizin peşinden koşmaya devam edin!
  Seneye görüşürüz! :P xxx








Salı, Aralık 18

''Değişim Bir Fısıltıyla Başlar''


 Az sonra bahsedeceğim kitapta geçen bir şarkı... Kitabın havasını verebilmek istiyorum. Yazılarımı okurken kısık seste paylaştığım şarkılara da kulak verirseniz gerçekten yazılarımı 'hissedebilirsiniz.'  Bu şarkıları rastgele seçmiyorum. :) İyi dinlemeler!


  Her okunan kitabın az da olsa bize bir şeyler katacağını düşünenler arasındayım. Bir fikir, bir düşünce tarzı ya da hiç yoktan doğru cümle kurmayı, imla kurallarını öğretir basit bir kitap. Dizüstü Edebiyatı saçmalığı denilen bir 'moda' dolaşıyor ortalıklarda. Hani bütün ergenlerin elinde olan şu basit mizah anlayışına sahip PuCCa'lar... Onlar size nasıl ağda almanız haricinde hiçbir şey öğretmez bunu söylemeliyim. Zaten gerçekten kitap okuyan birisi bu kitaplara elini bile sürmez. Dikkat ederseniz bu kitapları okuyanlar da zaten fazla kitap okumayan insanlardan oluşuyor. Her neyse, günlük 'dizüstü edebiyatına olan nefretimi' kustuktan sonra asıl konumuz olan kitaba geçebiliriz. 

  Duyguların Rengi... Kitabımızın adı. Hayatımda okuduğum en kaliteli kitaplar listesinde kuşkusuz ilk üçte bu kitap. Gerek konusu, gerek dili açısından adeta insanın içine işliyor, kalbine dokunuyor. 
  Kitabın konusu ırk ayrımcılığı. Siyahların ezildiği bir dönemi ve toplumu ele alıyor yazarımız. Siyahi yardımcıların yaşadıklarını az çok tanıklık edebiliyoruz kitapta. Ama kitap yazarı 'beyaz' kadınlarından birisi olduğu için tabii ki sadece gözlemlerini bize aktarabiliyor. Bir siyahi olmadığımız için onların yaşadıklarını hiçbir zaman tam anlamıyla anlayamayacağız fakat pek güzel şeyler yaşamadıkları apaçık ortada.
  Kitabın derinliklerine fazla inmek istemiyorum fakat bir beyaz kadın ve yaklaşık bir düzine siyahi kadın birlik olup bir kitap yazıyorlar. Ve tabii işler biraz karışıyor. Aslında ben kitabın sonunu biraz daha farklı biteceğini düşünüyordum. 'Kitap çıkardılar her şey değişti!' gibi bir şey olacak diye düşünüyordum aslında. Yani çocuk hikayelerinde hep öyle olur. Ama tabii biraz daha gerçekçi yazılmasından kaynaklandığından olsa gerek 'bir kitap yazıldığı ve artık dünya siyahileri dışlamıyor' gibi bir son yoktu. Ama yine de biraz farklı bir son bekliyordum.



  Kitap akıcı ve 'okudum bitti iki günde, çok heyecanlıydı' dedirtecek bir kitap değil. Yavaş yavaş ve özümsenerek okunması gereken bir kitap. Zira ben o kadar özümsedim ki kitabı bir ayda bitirebildim! :( Ama hep sınavlar, hep...
  Aibeen'ın Küçük Kız'a söylediği cümleler ve anlattığı hikayeler beni çok ama çok duygulandırdı, kalbime dokundu adeta. Gözlerim doldu bazen. Bazen de utanmadan ağladım. Keşke bir hikayenin altını çizmiş olsaydım da sizinle paylaşabilseydim... Onun yerine kitabı almanızı tavsiye ederim. Boş bir kitap değil kesinlikle.

  Arkadaşlarımın kapağındaki dört kadını görüp 'kadın kitabı' yakıştırmasını kesinlikle doğru bulmadığımı söylemeden geçmemeliyim. Irkçılığın cinsiyeti olmaz.
  Kısa zamanda filmini de izlemeyi düşünüyorum fakat okumak daha faydalıdır unutmayın.

  Kitap yorumlama yazımı 18 Aralık'ta yazmış bulunuyorum! Şu üç günlük dünyada bu kitabı okuyun derim! :)) Önceki yazı da bahsettiğim ve yapmak istediğim esprimi de yaptığıma göre iyi geceler Sarımsak okurları!

  Bu arada şunu söylemeliyim ki blogum her geçen gün daha fazla insana ulaşıyor, daha fazla takipçi ediniyor ve daha fazla insana ilham veriyor. Blogumun birinci yılında üç kişiye ilham verip blog açmalarını sağladı bile! Bu çok gurur verici! Teşekkür ederim Sarımsak severler... :)

Pazar, Aralık 9

Sarımsak Bir Yaşında!


  Bugünkü şarkımız Madonna'dan olsun istedim. Biz daha anne rahmine düşmeden önce, sperm bile değilken Madonna dünyayı sallıyordu. Şimdiki bit yenikleri de Madonna'nın hiçbir zaman başarılı olmadığını söylüyor. Ah ah... Her neyse, iyi dinlemeler!

  Merhaba blog severler! Bugün günlerden 9 Aralık 2012. Blogumu açmamın üstünden tam tamına bir yıl geçti! Sarımsak bir yaşında artık!
  Gerçeği söylemek gerekirse, bu blogu açarken bu kadar ilerleyeceğini hayal bile edemiyordum. Tamam Türkiye çapında tanınmış bir blogger filan değilim ama bir yılda yaklaşık 6.000 gösterime ulaşmak, yardımsız, reklamsız, hiçbir sayfaya başvurmadan, 'blogumu paylaşın' diye yırtınmadan, Facebook'da 180 arkadaşla, Twitter'dan 600 takipçiyle -600 takipçi olduğuna bakmayın, blogum Facebook üzerinden daha çok giriliyor- sağlam bir 'çevre' olmadan ulaşmak bence kolay değil. Ya da ben kendimi avutuyorum, ama kolay olmadığı düşünmekteyim.

  Blogumu açtığım günü çok iyi hatırlıyorum. Günlük tutmaktan vazgeçmiştim ve blog açmaya karar vermiştim.  Tabii ki ilk başlarda çoğu insan gibi 'Kimse girmese de olur ben içime dökmek için açıyorum.' havalarını takındım. Tabii ki öyle olmuyor. İnsanlar blogunuza girince, yazdıklarınızı okuyunca mutlu oluyor. :) Kaldı ki bir yıldır burada olmamın en büyük sebebi insanların blogumu ziyaret etmesi. Siz olmasaydınız bu blog bu kadar uzun ömürlü olamazdı. İyi ki varsınız.

  Bloguma isim bulmak ise o kadar zor olmadı aslında. İsim bulduğum günü de çok iyi hatırlıyorum. 'Günlüğü' kısmı hazırdı fakat ne günlüğü olacağı aklımda yoktu. Bir gün okuldan dönerken, ev yolundaki son dönemece girdiğim zaman aklıma gelmişti 'Sarımsak' ismi. O kadar net hatırlıyorum :)

  Bu blog bana çok şey kattı ve katmaya devam edecektir. Umuyorum ki okuyanlara da bir şey katmıştır. Çünkü 'günlük' başlığı altında biraz duygularınıza söylemek isteyip söylemediklerinize tercüman da olmaya çalıştım. En çokta ortak ergen duygularımızı paylaştık beraber :)

  Bir çok bloga da ilham kaynağı olduğumu düşünüyorum aslında. Hiçbir zaman burnum havada olmadı, olmayacak. Bunu da bu amaçla söylemiyorum fakat inanıyorum ki insanları 'yazmaya' itti bu blog.

  Tabii siz blog okurlarına bir de sürprizim yaptım ve 1. yıl olması şerefine +2 yazı daha yayınladım! İşte buradalar:

1. Televizyon Asosyalliği
2. Yağmur Altında Islanma Fantezisi 
Bu iki yazıyı şiddetle okumanızı tavsiye ederim! Yazmış olmak için yazdığım kıytırık yazılar değiller. Mutlaka okumalısınız ve tabii en önemlisi yorum bırakmayı unutmayın!

  Evet Sarımsak artık bir yaşında! Hepinize teşekkür ederim! Siz olmasaydınız bu blog olmazdı. İyi ki varsınız Sarımsak severler! Hep birlikte olmak dileğiyle... :)

Pazar, Kasım 18

TÜYAP Günlüğü

  Sevgili Sarımsak severler, bildiğiniz gibi bugün İstanbul Kitap Fuarı TÜYAP'ta ziyaretçilerine açıldı. Fuar bir hafta sürecek olup gitmenizi şiddetle öneriyorum. Gidin yani. Gitmelisiniz! Kaçırmamalısınız! Bunları benim gibi birisi söylüyorsa şöyle eğilin bir kulak kabartın. Ortam öyle harika, insanlar öyle cana yakın ki, sanki yıllardır tanıyormuşcasına sohbet edebilirsiniz. İlla bir şey almanız gerekmiyor, şöyle bir bakın, iki sohbet edin yeter. İnanın içiniz huzurla dolar, mutlu olursunuz. İşte ben de tam bu noktada devreye girip ve fuarın ilk günü ziyaret edip, alışveriş yapıp izlenimlerimi sizlerle paylaşarak çok geç olmadan fuar ziyaretinizi yapmanızı sağlamak gibi bir amacım var.  Ve işte TÜYAP Günlüğü:

  İlk önce fuara ulaşım o kadar zor değilmiş onu anladım. Anadolu yakasından ziyaret etmek isteyenler atlasınlar metrobüse bir-iki aktarma ile TÜYAP'a kolaylıkla ulaşırsınız. Hem de yol parası fazla ödememiş olursunuz, zira metrobüs çıkışında bulunan makineler (İnanın bu makinelere verilen adı bilmiyorum. Siz neyden bahsettiğimi anladınız ama? Anladınız de mi? Anladım deyin lütfen. Hayır bu saatte taze taze size anımı anlatabilmek için giriyorum blog yazısı yazıyorum bari ne dediğimi anlayabilin ki bir işe yarasın. Her neyse ben anladığınızı farz ediyorum.) metrobüse girerken ödediğiniz paranın bir kısmını ya da tamamını veriyor. Bundan güzel nimet mi olur? Ben iki senedir deniz otobüsüyle Bakırköy'e geçip oradan TÜYAP'ın ücretsiz servisine biniyordum, tamam metrobüsten daha rahat olabilir fakat bir öğrenci olarak yol parası çok fark ediyor bize ve bizim gibilere. O yol parasıyla bir iki kitap daha alırız TÜYAP'tan daha iyi.
 - İlk tavsiyem yol problemini sıkıntı etmeyin, yol yüzünden bu güzel fuardan mahrum kalmayın. Ulaşım yollarını araştırın.

  İkinci olarak Sevinç abla gibi değerli bir çevirmen ablayla tanıştık. Bununla yetinmeyip bir de Nehir Erdoğan ve annesiyle tanışma fırsatı yakaladık. Hem de annesi, Şükran Fişekli ablamızın kitaplarını aldık. Eee, kaçar mı bu fırsat? Bir de imzalattırdık kitaplarımızı oh mis. Sevinç ablaya da Gece Evi serisinin kitabını imzalattırmak istiyordum aslında ama fazla muhabbet edemedik maalesef. O heyecanla Nehir ablayla da fotoğraf çekilemedik ne yazık ki. Ama olsun o tatlı ve içten muhabbetleri bile yeter :) Bir de bunların yanında Pegasus standında bulanan Pınar Gümüş abla da çook içtendi. Yani anlayacağınız fuarda bir sıcaklık, içtenlik havası hakimdi
-İkinci tavsiyem fuarda mutlaka birileriyle sohbet edin.

  Tavsiyelerimizi geçtikten sonra şöyle bir ne yaptık onu anlatayım:
İlk önce Celil ile Kadıköy'de buluştuk ve metrobüse binmeye çalıştık fakat hiç planladığım gibi gitmedi metrobüs yolculuğumuz çünkü TÜYAP'a ulaşmak üzere bineceğimiz ve benim de not aldığım metrobüs hatlarının hareket saatleri bizim gideceğiz zamana uymuyordu. Üç aktarma yaparak işi kurtardık. Allah'tan dönüşte sorun yaşamadık. Zaten oldukça yüklü döndük, canımız çıkardı herhalde. Öhüm, her neyse, TÜYAP'a ulaştığımızda Duygu ablalarla karşılaştık. Hani şu bütün yayınevlerinin tanıdığı Duygu abla. Eh tabii Duygu ablanın olduğu yerden ekstra indirim eksik olmaz diyerek takıldık onun peşine ve TÜYAP'a girdiğimiz gibi çıkarak ilk önce yemek yemeye karar verdik. McDonald's'da. Sonra Ayça ve Duygu ablayla beraber TÜYAP'ı alt üst ettik, ekstra indirimlerle boğulduk, standlarda bol bol oyalandık, sohbet ettik ve en önemlisi   bir sürü kitap aldık! Ardından bir de ikinci paragrafta bahsettiğim Şükran Fişekçi ablamızdan imza alma olayını gerçekleştirdik mi 'Görev tamamlandı.' moduna geçtik hemen. Duygu abla aramızdan erken ayrılmak zorunda kaldı ne yazık ki. Biz üçlü bir grup olarak biraz daha takılıp bir daha yemek yedik. Ve dönüş yolu! Bakmayın böyle bir paragrafta TÜYAP'ı anlattığıma, dolu dolu geçti fakat anlatılmıyor, ancak yaşanılarak anlanır. Buradan da üçüncü bir tavsiye yolu çizerek -Mutlaka TÜYAP'ı ziyaret edin diyebiliriz. Dönüş yolunda ise Celil ile birer kahve ısmarladı Starbucks'tan, oh mis. Günümüzü gün ettik. :) Yorgunluk var mıydı? Elbette ama tatlı bir yorgunluk. Her şeye değer bir yorgunluk.

  Peki TÜYAP'tan neler aldım? Neler almadım ki? Size aldıklarımın güzel bir listesini yapmak isterdim ama üzgünüm ki sadece kitapların resmiyle yetineceksiniz bu seferlik. Birkaç gün sonra mutlaka yazıyı günceller liste olarak da paylaşırım seve seve. Ve işte TÜYAP'tan:



  -TÜYAP standlarındaki görevlilerin kitap tanıtımlarına hayran kaldım bunu belirtmeliyim. İnsanın alası geliyor, parası olmasa bile. Bende de oldu oradan biliyorum. Alasım geldi ama alamadım. Bazen de benim gibi elindekilerle yetinmeyi bileceksin tabii ki.
  -Nehir Erdoğan ablamızla güzel bir blog yazarlığı sohbeti yaptık ve blog linklerimizi verdik. :) Büyük ihtimalle bu satırları okuyanlar arasında olacaktır. Onun gibi büyük bir ismin blogumu okuması tarif edilemez bir gurur kaynağı.
  -Bu sene aldığım kitapların çoğu hakkında inceleme yazısı yazmayı düşünüyorum. Tabii mutlaka sizlerle de paylaşacağım. Belki alıp okumak istersiniz :)


 -Bu sene TÜYAP'a gidişimin üçüncü senesi ve iki senedir yaptığım gibi bu sene de aynı pozisyonda aynı yerde TÜYAP'ın resmini çektim. Bu işi geleneksel bir hava vermek hoşuma gitti.

   -Son olarak biricik arkadaşım Tuğçe benim için, blogum için resim tasarlamış, bayıldım! Ve işte o şaheser....

  Bugün hayatımın en anlamlı ve en güzel günlerinden biriydi. Emeği geçen herkese teşekkür ederim. İyi ki varsınız!


Sarımsak.

Cumartesi, Kasım 10

Ortaya Bir Tane Çoban Salatası Lütfen!

  Ortaya bir tane çoban salatası lütfen! Sarımsaklı olursa sevinirim. Teşekkür ederiz.
  Bugün çoban salatası kıvamında bir yazıyla çıkacağım karşınıza Sarımsak severler! Tam tamına yirmi yedi gündür ayrıyım sizlerden. Uzun süre yazı yazmayınca benliğimde, kalbimde, tam şu sol köşede bir hüzün hissediyorum. Yalnızlık hüznü. Sarımsaktan ayrı kalmamın hüznü. Sizi bir travestinin ellerine vermemin üzerinden yirmi yedi gün geçişinin hüznü... Hatta bu olaya öyle vicdani bir şekilde bakıyorum ki ileri de büyük bir yazar filan olursam, Ayşe Kulin gibi kitap yazmak canım isterse ve 'Yazmak istedim, yazdım, oldu.' demek  istersem bir kitabımın adını 'İki Yazı Arasındaki Uzaklığın Hikayesi' bkz. İki Şehrin Hikayesi, koyabilirim.
  Sonuç şu ki ben yaklaşık bir aydır yoktum ve görünüşe bakılırsa siz de beni hiç özlememişsiniz! İnsan bir mesaj atar, der ki 'Sarımsak'cığım nerede yeni yazıların?' der, 'Eski yazılarını okuya okuya bir hal oldum yeni yazı yaz artık.' der. Ama yok... Bazen, bende bulunan 'İki Yazı Arasındaki Uzaklığın Hikayesi' gibi destansı olabilecek bu vicdani duyguların sizde olmadığını düşünüyorum.

  Giriş kısmımızda sarf ettiğimiz yürek parçalayıcı yalnızlığımıza nihayet son verdikten sonra çoban salatamızı yapmaya başlayabiliriz! Ve işte ilk malzeme:

BİBER
  Geçen yaz bir blog yazarı ablayla kendi blogu için kitap kurtlarıyla yaptığı ve haftalık yayınladığı röportajlara ben de katıldım. Her hafta bir yazı yayınlandığı için benim yazım Ekim ayının ortasında yayınlandı. Birkaç gün röportaja yorum yapılıp yapılmadığını siteye girerek takip ettim fakat dediğim gibi yalnızca birkaç gün sürdü. Takibi bıraktığım zaman birisi yorum yapmış. Profilini incelemedim ama blog yazarı olduğunu tahmin ettiğim birisi. Sanırım benden büyük bir abla. Olumsuz eleştiri yapmış blogum hakkında. Son yazımda bahsi geçen travestilerle ilgili bir sıkıntım olduğunu dile getirmiş eleştirel bir dille. Kendimi geliştiremediğimi, toplumda ikinci sınıf olarak nitelendirilen travestilerle dalga geçebilecek kadar düşünsel derinliğimi geliştiremediğimi izah etmiş.
  Eminim bu kişi gibi düşünen insanlar olmuştur. Eminim. Fakat eğer bir konu hakkında bir görüş bildiriyor isen, o konu hakkında yazarın düşündüğü ve yazdığı bütün yazıları okuma yükümlülüğün altındasın. 'Haklı' olumsuz eleştirilere hiçbir zaman karşı çıkmam hatta mutlu olurum. Hatalarımı görür ve düzeltmeye çalışırım. Fakat bu yorum tamamen haksız bir yorumdu. Travestilerle benim hiçbir sorunum yok. Hatta yazı farklı yorumlanmasın diye altına bir dipnot koydum ve dedim ki 'Şamata gırgır amacı vardı, ciddiye alınmasın.' dedim. 'Ciddiye almayın.' dedim. Üstüne üstülük travestiler hakkında olmasa da en az travestiler kadar aşağılanan eşcinselleri konu alan bir de yazım var benim, 'Sözler Yeterli Olur Mu?' diye. Bunlara rağmen yapılan eleştirileri haksız olduğundan ötürü şiddetle kınıyorum. Yorum yaparken dikkatli olunmasını gerekiyor. Ayrıca incelemek isterseniz bahsi geçen röportaja ve bahsi geçen yazıya linklerden ulaşabilirsiniz.


SALATALIK(NAM-I DİĞER HIYAR)
  Okula gidip gelirken haftada beş gün günde iki kez otobüse biniyorum. Hal böyle olunca Sarımsak'ın en bol  ele alabileceği konulardan birisi de tabii ki otobüste yaşanan maceralar yer alıyor! Bugün ele alacağım otobüs temalı yazımda ise otobüs direkleri baş gösteriyor. Hani o insanların hapşırdığı zaman ellerine bulaşan virüslerle tutulan o direkler... Hah işte bazı yolcular, yolculuk boyunca o direkleri kutsuyor! Hem de bedeniyle kutsuyor! Evet, ciddiyim! Bazen adam bir yapışıyor direğe, bir yaslıyor bedenini, tutacak bir milimetre kare yer kalmıyor yemin ederim. Ya benimsin ya kara toprağın, diyerek bir yapışıyorlar, ayırabilene aşk olsun. Arada otobüsler dur kalk yaparken azıcık böyle öne kayıyorlar ya hani, direkte o sırada küçücük bir boşluk kalıyor, işte o boşluğa tutunayım bari derseniz yandınız! Çünkü direği kutsayan o yüce kişi elinizi sıkıştırmakla kalmıyor, eziyor eziyor eziyor ve namus meselesi haline getirip 'Sen nasıl benim direğime el uzatırsın uleyn!' diyerek elinizi parmağınızı parçalıyor. Siz siz olan kutsanmış direklerden uzak durun. Sarımsak tavsiyesi.


DOMATES
  Biliyorsunuz ki her sene düzenlenen İstanbul Kitap Fuarı bu yılda TÜYAP'ta 17-25 Kasım tarihleri arasında ziyaretçilere açık olacak. Tabii ki kitap fuarı Sarımsak'sız olmaz. Ben de bu sene oradayım. Hatta bu yıl birkaç kişi ile yaptığımız talep sonucu okul gezisi olarak da gideceğiz. -da ekini ekledim evet, çünkü büyük ihtimal ben iki kez gideceğim. Bana bir gün yetmez ki! Doya doya sabahtan akşama kadar vakit geçirmem lazım benim orada. Yeni yeni kitaplarda çıkacak hem, sabırsızım ben. Yetmez bana. Sizin de gitmenizi tavsiye ederim. Gözünüz gönlünüz açılır en azından. :)


LİMON SUYU VE SİRKE
  Son yazımdan sonra boş durmadım ve blogumu daha nasıl geliştirebilirim, okuması zevkli bir hale sokarım, diye düşündüm. Aslında aklımda olan fakat her yazıda uygun olanı bulmakta zorlanabileceğimi düşündüğüm bir fikirdi bu ama zaten o kadar çok yazmıyorum diyerek bu yazıdan itibaren her yazımın başına bir şarkı linki koymaya karar verdim. Blog yazarı arkadaşım, Celil'den esinlenmiş gibi oldum biraz ama bloggerlar fikir alışverişi yapmalı bence. Fikir hırsızı değilim yani. Şarkıyı yazının başına koymamın sebebi ise şarkıyı dinlerken yazıyı okumanızı istemiş olmam. Böylece daha görsel materyaller yerine duyusal materyaller kullanmış olarak yazılarıma daha okunası bir hava katmak istedim. Bu yazıda ise bu fikri tanıtmak amacım olduğu için şarkıyı bu seferlik sona ekleyeceğim. Umarım beğenirsiniz. :)


VE SON OLARAK: SARIMSAK
  Biliyorsunuz, bugün 10 Kasım. Büyük lider Mustafa Kemal Atatürk'ün aramızdan ayrılışının 74. yıl dönümü. Bu satırları rahat rahat yazabiliyorsam, bu satırlardaki fikirlerimi rahat rahat beyan edebiliyorsam, sizlerle paylaşabiliyorsam bunu ilk önce Allah'a sonra Atatürk'e borçluyum. Allah'a şükretmeli, Atatürk'e teşekkür etmeliyiz şu anda bulunduğumuz durum için. Yaptıkları azımsanmayacak derece önemli, sayfalarca anlatılabilecek kadar çok. Atatürk'ü sevmeyebiliriz, zaten kimse kimseyi sevmek zorunda değil fakat saygısızlık yapmamalıyız, küçümsememeliyiz, tarihi bilmeden yorum yapmamalıyız. Kimse dört dörtlük değildir, Atatürk de değildi ama bu ülkeye sağladığı olanaklar getirdiği yenilikler kusurlu taraflarını kusursuz bir şekilde örtebilecek kadar büyük şeyler. Dediğim gibi, kimse kimseyi sevmek zorunda değil fakat eşek gibi saygı göstermek zorunda....
2400 kişinin yaptığı Atatürk portresi
İzmir Cumhuriyetin kalesidir!

  Atamızı özlüyorum, özlüyoruz. Eminim ki onun gibi biri bir daha gelmeyecek. Rahat uyu Ata'm.




Taylor Swift - Safe & Sound

                                 

Perşembe, Ekim 11

'Ne!? En Kötüsü!!'

  Merhaba sevgili Sarımsak severler! Upuzun bir aradan sonra yeniden karşınızdayım! (Alkış efekti - şak şak şak)
  İşi uzatmadan hemen konuma dalış yapmak istiyorum, beni takip edenler bilir, ben spor yapmaktan hiç hoşlanmam. Nefret bile ederim yani. Zaten basketbol, futbol filan da hiç oynayamam. Oynamayınca da haliyle maçlar pek ilgimi çekmez. Aslında erkek arkadaşlarımın az olmasının diğer bir nedeni sporu sevmemem diyebiliriz.
  Evet dediğim gibi sporu hiç sevmem, beden eğitimi derslerini de öyle. Hayır yani gelmişiz lise üçüncü sınıfa, hala iki ders beden eğitimi görüyoruz. LYS - YGS sınavlarını da babam girecek zaten. İşin diğer bir kötü yanı ise, beden eğitimi hocası iki yıldır sürekli turnike attırıp ondan sözlü yapıyor. Atabilsem yine gam yemeyeceğim ama atamıyorum ki! Böyle absürt bir şey çıkıyor atmaya çalışırken.
  Ve bugün de beden eğitimi dersi vardı! Zaten sevmediğim o spordan, o dersten bir kez daha nefret ettim. Aynı zamanda da hocanın bir 'top' aşığı olduğunu öğrendim.

  Evet, bugün ilk iki dersimiz beden eğitimi dersiydi. Allah'tan turnike filan atmadık. İsyan çıkarırdım. Benim isyanım çok fenadır, Halil Sezai filan tanımam yemin ederim. Hoca boş bıraktı bizi. Böyle boş bırakınca genelde voleybol oynarım. Elim biraz daha yatkın diğerlerine göre. Yine bir kaç kişi voleybol oynamaya çıktık bahçeye. Yol kenarına yakın duruyorduk biraz. E ne yapalım başka yer yoktu bahçede. Hoppidik gubbidik oynarken ayağıma doğru geldi voleybol topu, ben bir vurdum, vuruş o vuruş, yol kenarına kaçtı top. Yol da normal yol değil, çalılıklar var, yokuş var, yokuşun bittiği yerde de İstanbul'un E5'i var. Benim o muhteşem ayağımla vurduğum top çalılıkların arasında yok oluverdi. 'İŞTE ŞİMDİ BOKU YEDİK' dedim ben tabii kendi kendime. E ne yapacağız? Geçenlere soruyoruz, top filan var mı oralarda diye, 'Yok' diyorlar bir de totoşlar. Lan top bu yani sonuçta. Nereye gidebilir ki, diyeceğim ama asıl top gider yani! Biz garibanlar, millete sorduk bir beş dakika filan, sonuç alamadık. Ondan sonra korka korka hocanın odasının yolunu tuttuk. Ve işte o efsane konuşmayı olduğu gibi aktarıyorum:
Kardelen: Hocam biz size bir şey söylemeye geldik.
Hoca: Ne oldu?
Ben: Top kaçtı hocam.
Hoca: Ne!? Nereye kaçtı? Kadir Has'a mı? (Yan okul)
Ben: Hayır hocam e5 tarafındaki yola kaçtı.
Ve işte o efsanevi söz hocanın ağzından dökülür: 'NE!? EN KÖTÜSÜ!?'

  Adamı görseniz var ya, eli ayağı dolaştı, eli titredi, kapıyı kapatmaya çalışıyordu kapatamadı. O derece. Çocuğu kaza yapsa bu kadar telaşa kapılmaz yemin ederim. Ben iyice korktum tabii. 'Aha Sarımsak. Bittin oğlum sen!' Bir de öncesinde odaya giderken kendimi yatıştırıyordum, 'Yani 5 liralık top canım. Cüzdanımda ne kadar para vardı? Veririm onu olur biter.' diyerek. Ama hocanın o halini görünce altıma yapıyordum yemin ederim korkudan.
  Koşa koşa izin alıp dışarı çıktım, artık nasıl korktuysam, nasıl koştuysam, bacaklarım hala ağrıyor. Gittim çalılıkların oraya heyecanlı heyecanlı, görünürde yoktu. Yokuşun başladığı yere gittim, bir baktım top çalılıkların oraya takılmış. O anki duygum tarif edilemez! 'OH BE! BUGÜN ÖLMEYECEĞİM! HOCA BENİ ÖLDÜRMEYECEK!' filan havalarına girdim ben. O topu alabilmek için zaten ellerime hep dikenler battı. Dandik bir top için hem de...
   Kardelen'in anlattığına göre de ben kurtarma operasyonu yaparken hoca ara ara söyleniyormuş, 'Ah be Sarımsak, ne hallere düşürdün beni sabah sabah.' 'O topta en güzeliydi ha.' filan diyormuş psikopat adam. Beş liralık top için ne hallere düştük ey Yarabbim! Adam toplarıyla kafayı bozmuş. Topu patlatsaydım filan benim de kafamı patlatırdı herhalde.

  Topu kurtardım ve mutlu son! Hakan'ın kellesi uçmayacak! Günün ilerleyen saatlerinde yaşadıklarımızı hatırlayıp hatırlayıp krizlere girdik. :)
  Böylece olmayan spor hayatım, bir daha kesinkes olmamak üzere derinlere gömüldü.

Çarşamba, Eylül 26

Bazı İnsanlar Bana 'Yalnızlık' Kavramını Sevdiriyor

  Merhaba Sarımsak severler! Okullar açılır açılmaz ödev bombardımanına tutulduğumuz için konusu ve başlığı belli olan bu yazımı biraz geciktirmiş bulunuyorum. Daha ikinci haftada böyleyse, sınav haftasında canımız çıkacak herhalde.
  İlk önce, iki yazı öncesinde size bahsettiğim 'planlı programlı çalışma ve hareket etme' durumunu uygulamaya sokmuş bulunuyorum. Ama daha ilk günden saat saat hazırladığım bu program otomatik olarak uygulanamaz hale geldi. Çünkü okulların saati değişmiş. Şansımın bu kadarı yani... Ama azıcıkta olsa uyguluyorum gerçekten. Ucundan kıyısından, bir şekilde uygulamaya çalışıyorum. Önemli olan da bunu yapmaya 'çalışmak' zaten :P 

  Başlık konumuza gelecek olursak, evet, gerçekten bazı insanlar bana 'yalnızlık' kavramını sevdiriyor. Yani demek istediğim en açık sözlü haliyle şu: 'Sen iticisin. Evet hem de çok iticisin. Konuşman, tavırların, söylediklerin... Hepsi itici. Bana yalnızlık kavramını sevdiriyorsun. Yalnız olmak, seninle birlikte olmaktan daha iyidir, eminim. Bir karar verecek olsam yalnızlığı tercih ederdim, inan. Yalnızlık kavramı senin yanında melek kalıyor. Sadece çok iticisin. Evet, cidden öylesin.'
  Daha açık sözlü bir ifade kullanamazdım sanırım. Evet Sarımsak severler, duygu ve düşüncelerimin, başlık hakkında görüşlerimin özeti işte o yukarıda cümle. Öyle insanlar var ki, nasıl anlatsam, sizi böyle hayattan soğutuyor. Evet, evet sizi resmen hayattan soğutuyor! Onunla birlikte olmaktansa bir kenara köşeye çekilip kendimle baş başa kalmak daha iyi olabilecek konuma geliyor.
  Peki ya ben bu insanları küçük görüp onları aşağılayarak iyi bir şey mi yapıyorum? Aslında ben kimseyi aşağılamıyorum ya da küçük görmüyorum. Bu şey gibi; 'Sen bana göre uygun bir insan değilsin, kişisel yapın bana uymuyor. Bana itici geliyor.' cümlesinde tavrın biraz daha 'iticilik' kavramıyla donatılmış hali, o kadar. Bazı insanlar da çok iyi niyetli olabilir, gerçekten amaçları itici görünmek değildir. Ama bu dediğim gibi, kişinin yapısıyla ilgili. Bu bana itici gelirken bir başkasına 'Ay canım benim, çok tatlısın.' durumlarına yol açabilir tabii. 
  İşte, bazı insanlar hakkında şahsi düşüncem budur. Yine klasik bir şekilde, her göndermelerde olduğu gibi bu sözlerimi de üstüne alması gereken kişi üstüne almayacak, almaması gereken kişi ise üstüne alacaktır. Olsun, ben içimdeki döktüm, o bana yeter.  
  Ve bazen toplumsal kurallar gereği, karşıdaki insanların yapısı gereği, açık sözlülük kavramını hayata geçirmek zor olabiliyor. Evet, ben bu sözlerimi kişinin suratına da söyleyebilirdim. Ama aynı ortamda, aynı yaşam alanında etkileşim içinde olduğumuz insanlarla zıt düşersek, bu sefer hayatımız onunla aramızda geçen bir rekabet olayına döner. Ama ben gençliğimin baharında, milletle uğraşamam. Siz de uğraşmamalısınız bence. Çünkü bu devam eder ve resmen sidik yarışına döner, bu da size hiçbir şey katmaz.
  Bazen içinizi dökmeniz gerekir. Duygu ve düşüncelerinizi birilerine ya da bir şeylere aktarmanız gerekir. İşte ben o aktarma işlemini de blogum aracılığıyla yapıp sizlerle paylaşıyorum. Siz de yapın bunu. İçinizi nereye veya kime dökmüş olursanız olun, içinize bir huzur dolacaktır. En azından bir kalem alıp kağıda gıcık olduğunuz kişi hakkında düşüncelerinizi yazıp 'Ait olduğun yer burası.' diyerek tuvalate atabilirsiniz. Bunu yapmalısınız. :) 

  Benden bu kadar. Diğer yazıda görüşmek üzere! Kendinize iyi bakın! 

Cuma, Eylül 14

''Şimdi Okullu Olduk, Sınıfları Doldurduk...''

  ''Şimdi okullu oldu, sınıfları doldurduk, sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz!''
  Bu şarkı sözünü bilmeyen yoktur sanırım. Bu şarkı sözleri biz daha ufacıkken, okula başlamadan önce, okulun çok iyi bir şey olduğunu göstermeye çalışan şarkı sözleri! Biz garibanlar da ne yapalım, küçücüğüz daha, okulun çok iyi bir b*k olduğunu sanıyoruz, hemen kanıyoruz tabii. Ama gerçek şu ki, bu şarkı bizi resmen manipüle ediyor! (Bilmeyenler için manipüle etmek, ayartmak gibi bir şey.) Çocuklar okula bir gidiyor iki gidiyor, üçüncü gidişlerinde 'Bu okul ne zaman bitecek yaa?' diye triplere girmeye başlıyorlar.

  Şaka bir yana okumak güzeldir aslında! (Bir manipüle ile daha karşı karşıyayız.) Aslında gerçekten güzeldir. (Burada yazar manipüle etmediğini iddia ediyor.) Yani okumak, okula gitmek, yeni arkadaşlar filan, çok iyi bir şey. (Tam bir manipüle... Hep Amerika'nın oyunları bunlar.)

  Tamam tekrar şakayı bir yana bırakalım ve acı gerçek ile yüzleşelim; okulların açılmasına tam tamına iki gün kaldı! Gerçekten okula gitmek, yeni bir şeyler öğrenmek hoş, güzel fakat öğretme biçimleri, öğretme tarzları ve ders planlarında yer alan konular insanı burnundan getiren cinste. Konuları şarkı söyleyerek, eğlenerek hoplayarak öğrenelim demiyorum ama en azından bu kadar ağır olmasın konular. Matematik ve geometri konuları çok ağır mesela. İngilizce öğretim sistemi ise çok yetersiz. Yani sadece okuldan edindiğiniz İngilizce bilgileri pek işine yaramaz.
  Ne anlatmak istediğimi anlıyor musunuz Sarımsak severler? Türkiye'de eğitim sistemi çok kalitesiz. Bu aralar dershanelerin kapanması yönünde haberler dönüp dolaşıyor. Evet, dershaneler bence de kapatılmalı. Ama ne zaman? Okulların kalitesi yükseltilip, öğrencilerin yani bizlerin dershaneye ihtiyaç duymayacağımız zaman.
  Bir de tabii ki saç sakal meselesi var. Ona da bir açıklık getirmek istiyorum Sarımsak severler, bakan her ne kadar 'Çocukları zorlamayın, bırakın saçlarını uzatsınlar.' dese bile yönetmelikte böyle bir şey henüz yok. Hal böyle olunca bizim okul gibi çoğu okulda saç uzatmaya sıcak bakmayacaktır. Omuz hizasına gelmediği sürece saçların uzatılmasına neden bu kadar takıldığı hakkında hiçbir fikrim yok açıkçası ama olay ne yazık ki böyle.

  Aslında bu yazıyı yazma amacım sizi okul öncesinde bunalıma sokarak, okul sonrası x2 olarak gelecek bunalıma alıştırmak. Böyle de iyi kalpli, böyle de düşünceliyimdir, değerimi bilin canlarım. 

  Sonuç şu ki blog severler, önceden duyduğumuz sözde motive edici şarkılara sözlere inanmamalıyız. Sonra dımdızlak kalabilir, 'Ama şarkıda okulun güzel bir şey olduğunu söylüyorlardı???' diyerek hayatın acı gerçekleriyle yüz yüze kalabiliriz. Demek ki neymiş? Okula başlamadan önce Sarımsak'ın ''Şimdi Okullu Olduk, Sınıfları Doldurduk'' yazısını okuyormuşuz. Ama 66 aylık çocuk okuyamayacağına göre şarkı sözlerine kanmaya devam. Hayır o değil 66 aylık çocuğun hayatı erken kararacak, erken bunalıma girecek. Sonra hiç sağlıklı olmayan, tripkolik nesil yetişecek. Al başına belayı. Bunlar Facebook'a 'Çok efkarlandım (Bu cümleyi büyüklü küçüklü, q ve w harfleri ekleyerek hayal edin. Muhtemel o şekilde yazacaklardır çünkü. Ben de o şekilde yazabilirdim ama daha kariyerimin başında, blogumun içine etmek istemiyorum açıkçası.)' yazacaklar, oradan Twitter'a akacaklar falan filan derken 'duygusal ergen kaç hadi benden' havası olacak.
  Asıl olayın can alıcı noktası ise bütün bunların manipüle edici bir şarkı sözünden kaynaklanacak olması... Ne kadar acı...

  Evet, bu sözlerimden sonra yeterince bunalıma girdiğinizi düşündüğüm için yazıma burada son veriyorum. Okullar Açılırken isimli yazım 150 gösterime ulaşarak en çok okunan yazım olmuş bulunuyor. Hedefim 200 gösterim. Durmak yok yola devam! Beğendiğimiz yazımı en azından bir kere sosyal paylaşım sitelerinden herhangi birinde paylaşırsanız beni dünyanın en mutlu insanı yaparsınız. :) Sonuçta hiçbir ticari amaç gütmüyorum evet, bu işi karşılıksız yapıyorum evet, fakat sizde kurbanlık koyunlar gibi yazımı okuyup çıkmayın yani. Bir deyin 'Yazık bu çocuğa. Bir yıldır blog yazarlığı yapıyor. En azından bir kere yazısını paylaşayım da mutlu olsun gariban.' deyin. Bu zaman kadar istemedim böyle bir şey biliyorsunuz. Ama ne kadar çok gösterime ulaşırsam o kadar motivasyonum artar ve sizlerle daha iyi yazılar paylaşabilirim. 'Pamuk eller cebe.' sözünün farklı bir versiyonunu istiyorum sizden: 'Pamuk eller -paylaş- tuşuna.'

  Bir de kitap önerisi yapacaktım size blog severler. Fakat yazım biraz uzun oldu, görsel materyallerde kullanmadığım için sıkıcı bir uzunluk gibi görünebilir, o yüzden öneri kısmını atlıyorum fakat Hiç Kimse Sıradan Değildir isimli inceleme yazıma göz atarak aklınızda bir kitap önerisi bulunmuş olur.

  Bu yaz çoğumuz sabahtan akşama kadar internete girdik, internet başında sabahladık, onunla yattık onunla kalktık. Her birimizin farklı farklı planları vardı. Yaz mevsimini dolu dolu geçirmeyi planlamıştık. Ama hayal kırıklığı ile karşılaştık. Çoğumuz 'Bu yaz çok kitap okuyacağız.' dedik ama okuyamadık, vs. vs. vs. Ve şimdi okul maratonu başlıyor! Allah herkese sabır versin!

   İyi bunalımlar Sarımsak severler! Görüşmek üzere!





Pazar, Eylül 2

Hiç Kimse Sıradan Değildir | İnceleme


  '''Neden ben?' diye sordum Tanrı'ya. Bir şey söylemedi. Güldüm ve yıldızları izledim. Yaşamak güzeldi..''
  Kitap, bir banka soygununda başlıyor. Kahramanımız Ed, banka soyguncusunu, Ed'in en yakın arkadaşlarından birisi olan Marv'ın külüstür arabasıyla kaçmaya çalışırken yakalıyor. İşte hikaye bundan sonra başlıyor.
  Ed, 19 yaşında bir taksi şoförü. Kapıcı adlı yaşlı köpeği ile bir kulübede yaşıyor. Babası geçen yıl ölmüş durumda. Annesi ise tek yaşıyor ve Ed'den hiç hoşlanmıyor. Ed'in iki kız ve bir de erkek kardeşi var. Onlar iyi bir hayat sürüyor. Yani hayatta 'kendilerini kurtarmış' kişiler. Ama Ed, sıradan bir taksi şoförü olmaktan ve arkadaşlarıyla kağıt oynamaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Annesinin Ed'den hoşlanmama sebeplerinden birisi de bu zaten. 
  Ed bir gün posta kutusunda bir iskambil kartıyla karşılaşır ve artık Ed kendisini, amacı Ed gibi bir 'hiç'i sıradanlıktan kurtarabilmek olan bir insanın kocaman ve önceden her şey tasarlamış olan bir oyunun içinde bulur. (Bu cümleyi kurarken yaklaşık on dakika harcadım.) 
  Bu oyunda Ed akla gelebilecek her türlü işi yapıyor; yaşlı bir kadına kitap okuyor, bir adamı öldürmeye teşebbüs ediyor, dayak yiyor ve daha bir sürü maceraya atılıyor. 
  Ed'e, kitap boyunca maça, kupa, karo ve sinek asları geliyor ve her birinde farklı isimler, farklı şifreler, farklı görevler bulunmakta. Bu dört ana bölümde hep başka insanlara yardım edilmesi isteniyor. Ed, bu dört karttaki görevleri tamamladıktan sonra her şeyin bittiğini sanıyor. Ama hesaba katmadığı bir şey var; joker kağıdı. Bu joker kağıdıyla karşılaştığında ise kartın üstünde kendi ev adresini buluyor... :) 
  Ed'in bir de aşık olduğu güzeller güzeli Audrey var. Audrey, Ed'in kağıt arkadaşlarından tek kız olma özelliğine sahip. Audrey kimseyle birlikte olmak istemiyor aslında ama kupa ası ve joker bölümlerinde işler değişiyor.

  Kişisel yorumuma gelecek olursak eğer, dediğim gibi kitap çok akıcıydı. Sanırım bunun en büyük nedeni genelde tek cümlelerden oluşan paragraflardı. 
  Kitaptaki karakterlerden en çok yaşlı teyze Milla'yı sevdim. Hatta kitabın sonlarına doğru öleceğinden korkuyordum. Bu tarz karakterlerin ölmesine ben çok üzülürüm. Milla'nın ölmesini de hiç istemiyordum açıkçası. Neyse ki ölmedi :)
  Kitabın orjinal ismi olan 'I am The Messenger'ın kitaba daha uygun olduğunu düşünüyorum. Ama kapak tasarımı oldukça güzel.
  Gece Evi serisinden beri hiç bu kadar akıcı bir kitapla karşılaşmamıştım, bunu da not düşeyim.
  Kitap Martı Yayınları'ndan çıktı. Martı Yayınları'nın okuduğum ikinci kitabı bu. İlk okuduğum kitabı ise Küçük Mucizeler Dükkanı'ydı. O da bu kitap gibi akıcıydı. Sanırım Martı Yayınları'nın en önemli özelliklerinden birisi, çıkardığı kitapların akıcı olması...

Hakan İlker Çetinkaya         
  

  

Salı, Ağustos 28

Ateşi Yakalamak - Suzanne Collins | İnceleme

  Alevler İçindeki Kız kaş yapayım derken göz mü çıkardı acaba?
  Beni bu düşünceye iten Başkan Snow'un sinsi planları oldu tabii ki. İlk önce Peeta ile Katniss'in evliliğini istiyor. Bu, Katniss için bütün özgürlüğünün elinden alınması anlamına geliyor ne yazık ki. Her şeyden vazgeçmesi gerekecektir. Peeta ile sonsuza kadar bir 'oyun'nun içinde hapsolacaktır. Başkan Snow'un buradaki amacı kuşkusuz çıkması muhtemel olan isyanı bastırmak. Fakat Zafer Tur'unda, Rue'nun mıntıkasına geldiklerinde Peeta'nın teklifi ve Katniss'in söylediği, planda olmayan sözler ile ortalık iyice alevleniyor. Alaycı  Kuş, isyanı temsil eder hale geliyor adeta. Hal böyle olunca evlilik planının işe yaramayacağını anlıyor Başkan Snow ve ortaya Çeyrek Asır Oyunları'na galipleri gönderme planını ortaya atıyor. Bunun anlamı ise Katniss ve Peeta'nın da o Oyunlar'da yer alması ve muhtemel olan ölümleri...

  Kitaptaki asıl can alıcı noktalar ve heyecanlı bölümler bundan sonra başlıyor. Serinin bu kitabı, ilk kitabına göre bana daha durgun geldi. Hatta yarıda bırakmayı bile düşündüm. Ama herkesin bayıldığı bu seriyi bitirmek istiyordum. Çünkü insanların bu seride ne bulduklarını merak ediyordum. Aradığımı ben yine bulamadım, orası kesin.
  Kitap üç ana bölümden oluşuyor: Kıvılcım, İsyan ve Düşman.Beni etkileyen gelişmeler, İsyan bölümün ikinci yarısında başladı ve kitap sonuna kadar devam etti. Fakat bundan öncesi bana göre tam bir işkenceydi.

  Peki Çeyrek Asır Oyunları'nda neler oluyor? İlk önce şunu söylemeliyim ki kitabın sonunu tahmin etmeye çalışırken 'Acaba Peeta ölecek mi?' sorusunda ziyade aklıma daha çok 'Acaba ikisi, Katniss ile Peeta, nasıl kurtulacaklar?' sorusu meşgul etti kuşkusuz. Sanıyorum herkeste böyle olmuştur.
  Çeyrek Asır Oyunları'na gelecek olursak eğer Finnick'in yakınlaşmalarından elde ettiğim sonuca dayanarak   Katniss ile arasında bir şeyler olacağını sanıyordum. Fakat olaylar tahmin ettiğim gibi çıkmadı. Finnick'in ve 'diğerleri'nin başka bir planı var.
  Bu kitapta 13. Mıntıka'nın ismini duymaya başlıyoruz. E, ama 13. Mıntıka diye bir yer yok ki? Ya da biz mi öyle sanıyoruz? Olaylar pek sandığımız gibi değilmiş. 13. Mıntıka ile bir kaç düşünce ve planlamalar var. Serinin üçüncü ve son kitabında da bu planlamaları bol bol duyacağımızı zannetmekteyim.

  Kitabı genel hatlarıyla ele aldığımızda pek beğenmedim açıkçası. Herkesin bayıldığı bir seriye ben neden ısınamadım, bunu da bilemiyorum. Ama şu tartışılmaz bir gerçek ki, Suzanne Collins'in kurgusu gerçekten çok iyi. Katniss'in üstün zekası da su götürmez bir gerçek :)
  İlk inceleme yazımda biraz muhalefet bir tutum sergilemiş olabilirim fakat serinin biraz abartıldığını düşünüyorum... Okuduğunuz için teşekkürler!

  Kitabı İngilizce aslından çeviren Sevinç Tezcan Yanar ablamıza ve Pegasus Yayınlarına teşekkür ederiz. :)

Pazar, Ağustos 26

Emin Adımlarla...

  İlk önce siz Sarımsak sever arkadaşlarla güzel bir haberi paylaşmak istiyorum: Ön Okumalar gibi büyük bir sitenin blog yazarıyım artık. :)
  Olayın nasıl geliştiğine gelirsek eğer, geçenlerde Ön Okumalar'ın Facebook sayfasında 'Blog Yazarı Aranıyor.' başlıklı bir not gördüm. İnceledim filan, bir başvurayım bakalım dedim ve kabul edildim! Bu, hayallerimin peşinden adım adım ilerlerken büyük bir gelişme oldu gerçekten. Duygulanıyorum aslında. Böyle gerçekten yazar olacakmışım hissine kapılıyorum bu tarz gelişmeler sayesinde. İnşallah boş bir his değildir bu.
  Tabii bu gelişme beraberinde insanların tepkilerine ölçerek, ne kadar yanımda olduklarını anlama fırsatını da getirdi.
  Arkadaşlarım çoğu böyle bir bozuldu. Sanki beni layık görmüyorlarmış gibi. Şok oldular azıcık. Yazık, üzüldüm onların adına da tabii.
  Aileme anlattığımda ise böyle büyük bir 'Oğluma bak be!' gibi tepkiler bekliyordum. Ama hiçte umduğum gibi olmadı açıkçası. Bildiğin, normal bir şeymiş gibi karşıladılar. Ama tabii, onlar benim psikolog olmamı daha çok istiyorlar. Yazarlık nedir ki? Para mı var o işte?
  Yani anlayacağınız hayallerinizin peşinde koşarken, sizin yanınızda kimse olmuyor. Engeller oluyor, hem de çok fazla, fakat yanınızda hiç kimse olmuyor. Tek başınasınız. Motivasyon bakımından ya da desteklenmek açısından şansınız pek yaver gitmiyor ne yazık ki. Ama peki ya bu yolu geçtikten sonraki o aydınlık, o başarıya ne demeli? Bildiğin 'Güneşi gördüm.' durumu oluşuyor. Herkese, her şeye göğüs gererek bunu başarmış oluyorsunuz. Öz güveniniz yerine geliyor. Mutluluk, başarı...
  Her şeyin bir götürüsü, bir de getirisi vardır. Hayaller peşinde koşmanın da öyle. Bir getirisi bir götürüsü var.
  Kısacası, mücadeleci biri olduğunuz sürece, hayatta çoğu zaman başarılı olabilirsiniz.

  Peki ya ben blogta neler yazacağım? Okuduğum kitapların incelemelerini yapacağım. Bir kaç inceleme yazısı okudum, benim düşündüğümden biraz daha zor, biraz daha karışık gibi geldi bana açıkçası. Gözüm korktu birazcık. Ama korkunun ecele faydası yoktur :) İlk yazıyı bir iki güne yayınlamayı düşünüyorum. Hatta aynı anda bu blogumda da yayınlayabilirim. :) İlk kitap incelemesini ise Açlık Oyunları serisinin ikinci kitabı olan Ateşi Yakalamak kitabı ile yapacağım.
  Bu blogda yazmayı bırakacak mıyım? Hayır. Böyle bir şeyin olması söz konusu bile değil. Yani okullar açıldığı zaman sık sık yazılarım olmaz, fakat en kötüsü kitap inceleme yazılarım olur. Bu gösterim sayılarını azaltabileceğini düşünmekteyim fakat pek takmıyorum bunu eskisi kadar. Rakip olarak gördüğüm birileri yok sonuç olarak. Bugün Madonna'nın bir sözünü görmüştüm, diyor ki kraliçemiz: ''Tatmadığım iki duygu kin ve kıskançlık. Çünkü kıskanacak hiç kimseyi bulamadım hayatta.'' Az önce yazdığım -rakip olarak gördüğüm birileri yok- cümlesi de onun gibi oldu biraz. Kendini beğenmiş gibi, narsist gibi. Ama asla değil. Gerçekten değil.
 
  Son cümlelerimizi kuracak olursak eğer, bazı amatör yazarların yazılarını okuduğumda umutsuzluğa kapılıyorum, 'Ben bunlar kadar iyi yazmıyorum. Onlar yazar olmayı benden daha çok hak ediyorlar. Ya ben yazar olamazsam?' diyerek. Ama... 'Olurum inşallah.' diyerek geçiştiriyorum. Tutanacak bir dalım yok çünkü :) Neyse sevgili Sarımsak severler, siz olmadan ben bir 'H.(akan)İ.(lker)Ç.(etinkaya)'im, diyerek elveda diyorum efenim.

Pazartesi, Ağustos 13

Şu Hayat Oyununda Nihayet Level Atladım!

  Hayatta her zaman diğer insanlardan farklı olduğumu düşünmüşümdür. Özellikle akranlarımdan. Çünkü... Bilmiyorum, benim yaptığım uğraşları bir başka akranım yapmıyordu. Ya da hobilerimi bir başka akranımda göremiyordum. Peki ya sorun kimdeydi? Daha doğrusu ortada aranacak sorun var mıydı? Neden ben akranlarım gibi ya da hemcinslerim gibi futbol ile ilgilenmiyordum? Neden olgunlaşmamış davranışlarım yoktu benim? Yoksa ben öteki dünyadan bu dünyaya düşen bir 'düşmüş melek' miydim?

  Düşmüş melek? Ya da şeytan? Cidden neyim ben?

  Önceki yazımdan sonra ciddi anlamda kendimi daha çok olgunlaşmış, hayatın gerçekleriyle daha fazla yüz yüze gelmiş gibi hissetmeye başladım. Bu sebebi ise, hakkında sadece adını ve yaşını bildiğim 'ölü' bir kişi. Önceki yazımı okuyanlar Kenneth'ı hatırlarlar. 14 yaşında benim hayatımı etkileyen bir genç.
   Bazı insanlar bu kadar duyarlı olmamdan sıkılmış olacaklar ki ask.fm'den 'Sizce de şu zorbalık muhabbeti fazla da uzamadı mı?' demeye başladılar.
  Sanırım bir yerde hata yapıyorum. O akranım olan insanların benden farklı olduğunu unutup onları duyarlı olmaya davet ettiğim için hata yapıyor olmalıyım. Onlar ne anlar ki?

  Değiştiğimi hissediyorum. Olgunlaştığımı hissediyorum. İnsanlar için bir şeyler yapma isteği duyuyorum.Ve düşünceler doğrultusunda Kenneth'dan etkilenerek zorbalığı protesto ettiğim, Kenneth gibi yaş ortalamaları 18 bile olmayan gençlerin intihara teşebbüs etmelerini önleme amacı taşıyan bir 'kitap' yazmaya karar verdim.
  Büyük bir şey kitap yazmak. Uzun soluklu bir yolculuk. Yer yer araştırmak gerekir kitap yazarken. Cümleleri, kelimeleri büyük bir özenle seçmek gerekir. Blog yazıları gibi -oturdum, yazdım, bitti.- olayı yoktur. İddialı bir şeydir. Çok kitap okumak gerekir ayrıca. Farklı diller, farklı anlatımlar görmeli insan. Ve eğitim gerekli en önemlisi. Yani her isteyen kitap yazamaz. Yazar belki ama edebi bir değer taşımaz. Yazarlık sıfatını hak etmez. Mesela PuCCa... Yazar mı yani şimdi o? O yazarsa Tolstoy, Sabahattin Ali neyin nesidir?
  Eylül ayında çok istediğim metin yazarlığı kursuna başlayacağım. Okul dönemi gibi, sekiz ay sürüyor. Oradan edindiğim tecrübeler ile istediğim kitabı yazmayı planlıyorum. Sonrası meçhul, yayınevilerine başvuruları, hayal kırıklıkları, pes etmeme duygusu, yeniden başvurular derken bu kitabı bastırmak için uğraşacağım. En kötü ajans yoluyla para verip bastırırım. En azından evimin köşesine koyabileceğim bir kitabım olur. :) Ama tabii benim isteğim, büyük bir yayınevine başuru yaptıktan bir hafta sonra beni aramaları ve bana 'Hakan bey kitabınızı hemen basmak istiyoruz!' demeleri. Belki bir sansasyon yaratırım, kim bilir? :)

  Ah şu hayaller, ne güzeldir...

  ''Şimdi gerçek olan bir zamanlar yalnızca hayalimizdi.'' demiş William Blake ustamız. Bu cümleyi bir kitapta görmüştüm ve kendi çapımda bir ilke imza atarak, bu cümlenin altını çizmiştim.

  Bütün bu kitap hayallerine dalıp gitmişken blogum için bana bir reklam teklifi geldi geçenlerde. Ama bu bildiğimiz para kazandıran reklam tekliflerinden değildi; sosyal sorumluluk reklamıydı. LÖSEV vakfından gelmişti. Tereddüt etmeden reklamı kabul ettim. Dedim ya, bende bir olgunluk, insanlara yardım etme isteği aldı başını gidiyor. Kabul ettim hemen. Kardeşlerimiz için...
  Fakat reklam içeriğindeki yazıyı okuma fırsatını ancak ertesi gün elde etmiştim. Gönüllü üye olmaya davet ediyordu. Araştırdım biraz ve yılda sadece 20 TL aidatının olduğunu öğrendim. Bunun yanında gönüllü olarak yaptığın işlerin manevi boyutu var tabii. Göz arda edilemeyecek bir boyut bu. Küçük kardeşlerimizi ziyaret etmeye gittiğimizde o gözlerindeki ışıltıyı bir düşünsenize... Hayattaki her şeye değer o ışıltı.
  Gönüllü üye olmak için başvurdum. Reşit olmadığımdan dolayı kabul etmeyeceklerini düşünüyorum ama yine de başvurumu yaptım. Şansımızı denemekte fayda var. Henüz bir sonuç yok, beklemekteyim. :) Ama gelişmelerden haberdar edeceğime emin olabilirsiniz. LÖSEV'in gönüllü üyesi olmak benim için gurur verici bir şey olur.

  Ve sevgili Sarımsak severler, yukarıda anlattığım konularda yaşıtlarımdan kat ve kat duyarlı olduğum için kendimle gurur duyuyorum. Egoist birisi imajı görebilirsiniz bu cümlede, fakat inanın ki bu gurur duyma, o kadar mütevazi, o kadar içten, o kadar sıcak bir gurur duyma ki...

  Farklı olmak çoğu zaman iyidir, diyerek bu yazımı da burada bitiriyorum. :) İyi ki varsınız. Bu satırları okuduğunuz için size minnettarım!

DİPNOT: Önceki yazımdaki yazım ve dil bilgisi hataları hakkında söyleyecek bir şeyim var; yazıyı sabah 7'de yazmıştım ve fotoğrafları aktarırken çok büyük sıkıntı çekmiştim. O yüzden kurduğum cümlelerdeki hatalardan dolayı özür dilerim. Düzeltmeye çalıştığım zamanlar fotoğraf düzeni bozulduğu için, hatalarımı düzeltemedim ne yazık ki.



Pazar, Temmuz 29

Sözler Yeterli Olur Mu?


  Hayır bence yeterli olmaz. Lafla peynir gemisi yürümez. Birilerinin çıkıp, birazdan şahit olacağınız iğrençliğe, acı gerçeklere dur demesi lazım.
  Madonna konserinin etkisinden yavaş yavaş çıkmaya başladığım zaman 'Nobody Knows Me' backdropunu izlemeye ve ne anlatmak istediğini kavramaya çalışmam gerektiğine karar verdim. Yaşım gereği ne kadar anlarım bilemiyordum. Çünkü dünya çapındaki insanlar ve simgeler yer alıyordu. Ama en azından bir kelime bile bir şey kaparsam bu benim yararıma olur diye düşündüm. Ve Youtube'dan videoyu izlerken işte o bir kelimelik acı gerçekle yüz yüze geldim: Zorbalık.
  Fazla üzerinde durmayacağım bu kelimenin üzerinde ya da bu kelime etrafında gerçekleşen olaylar üzerinde. Yaşımın henüz küçük olduğunu ve şu anda bu konu hakkında söylediklerimin laf kalabalığından başka bir işe yaramayacağını düşünmekteyim. Ha ama ileride, psikolog olduğumda ya da bir yazar olduğumda bu konu hakkında fikirlerimi beyan etmekten hiçbir zaman çekinmeyeceğim. Fikirlerimle insanları ayağa kaldırmaya çalışacağım. Kitaplar yazacağım belki de bu konuyla ilgili. Ailelerin hikayelerini dinleyeceğim, onların yaşadıklarını, onlar izin verdiği sürece aktaracağım yazılarıma. Belki bir kitapta belki bir blog yazısında... Önemli olan su yüzüne çıkan fikirler, konular. Belki, şu anda fikirlerini ortaya artan bir çok kişinin olduğu yere, hapishaneyi boylarım ben de. Ama içim hep rahat olacak. Çünkü en azından bir kişi, milyarlık bir gezenden bir kişi, susmamış olacak.
  Bu blog yazısında okuldaki cinsel zorbalıktan intihar eden çocuk yaştaki insanların fotoğraflarını paylaşıp 'Rest in peace.' demekle yetineceğim.
  Bu blog yazısı, ileride bu konu ile ilgili araştırmalarımın, yazılarımın ve fikirlerimin mutlaka olacağının bir işaretidir.                        


                                           1. Asher Brown. R.I.P (1997-2010)


 2. Robbie Kirkland. R.I.P (1982-1997)



3.Seth Walsh. R.I.P (1997-2010)



4. Tyler Clementi. R.I.P (1991-2010)



5. Brandon Bitner. R.I.P (1996-2010)



6. Kenneth James Weishuhun.R.I.P (1998-2012)



7. Carl Joseph Walker-Hoover. R.I.P (1997-2009)



  Keşke sonunuz böyle olmasaydı. Keşke her şey yoluna girebilseydi. Keşke tek çözüm yolu olarak bunu seçmeseydiniz. Hiçbir zaman unutulmayacaksınız. Huzur içinde yatın.






Cuma, Temmuz 6

Toplu Taşıma Aracından Bildiriyorum.

  Bizim aşağı köşedeki düz liseye gitmeyip taa yedi durak sonra olan liseye gittiğim için pişman oluyorum arada. Ne için biliyor musunuz? Vallahi sırf yol parası için. Günde 2 TL yola gidiyor resmen. Bu ayda yaklaşık 60 TL eder.  Bunun yıllık giderini hesaplamak bile istemiyorum, istesem bile hesaplayamam da zaten.   Sayısal zekam iki senedir yok ortalıklarda. Terk etti beni. Ama dedim ben ona, gitme geri zekalı, ben sana kapitülasyon hakkı veririm Fransa'ya verdiğimiz gibi, deyince 'Demek sen tarihle daha samimisin ha?' deyip beni olaylarını tek tük, tarihlerini ise sadece 19..'lu kısmını bildiğim tarih bilgimle baş başa bıraktı.
  İlk paragrafta 10 yaşındaki Sarımsak'ın cümlelerini okudunuz. O kadar süper zeka ki 10 yaşında liseye gidiyor. Ben de 'Bu fırsat kaçmaz oğlum! Bu çocuğu alıp geleceğin Sarımsak'ı yapıp, soyumuzu devam ettirmeliyim.' dedim. Ortaya pek hoş şeyler çıkmadı gibi. Öhüüm. Her neyse.
  
  Asıl olaya gelirsek eğer, ya toplu taşıma araçlarını kullanan insanlar fazla anormal ya da anormal olanların hepsi bana denk geliyor. Birbirimizi çekiyoruz bence. İsyan edesim geliyor arada 'Nedeeen? Needeeenn bennn??'.
  Şimdi sizin için çok harika bir top3 listesi oluşturdum sevgili Sarımsak severler:

  3- Ne yapıyorsun sen amca?
 Geçenlerde arkadaşımla Optimum(Vazgeçilmez mekanım.)'da buluşacaktık, sinemaya gitmek için. Buz Devri 4'e gittik hatta. Güzeldi yani tavsiye ederim. Ben pek beğenmem animasyon filmleri ama güzeldi bu. 3'ü izlememiştim, o sırada Mamut'un çocuğu olmuş maşallah. Allah bağışlasın hangi arada seviştiniz hangi ara şey ettiniz vallahi helal olsun, bir filmde çocuğu yapıverdiler. Bu filmde de büyümüşte erkeklere asılıyor zilli.
 Optimum bize o kadar yakın değil tabii. Otobüsle gitmek gerek. Atladım otobüse, otobüste dolu gibi görünüyor filan ama hep o giriş kapısının oralarda duran sürtükler yüzünden öyle duruyor. Yoksa, hani arkasında ek bir kabin, vagon gibi bir 'ek' olan otobüsler var ya, hah işte onlardan.Baya büyük yani. Ama sanki bok varmış gibi dikiliyorlar giriş kapısının oralarda, yolda vermiyorlar. Ha bazıları çekilmeye çalışıyor filan ama popo maşallah popo değil bildiğin davul gibi olduğundan yer vermeleri işe yaramıyor. 50 kiloluk Sarımsak bile geçemiyor o popolar yüzünden. Durumun ciddiyetinin farkında mısınız!?
  Sonunda popoları atlatıp, yol vermeyenleri itip kakalayıp en arka kapının oraya ulaşabildim. İnsanların mallıklarından birisi de bu, arkaya kimse gelmiyor, kalabalık olduğunda bile sıkışıyorlar ortaya, adım bile atmıyorlar arka tarafa. Açıkçası işime geliyor. Ferah ferah takılıyorum vallahi. Yine aynı taktik ile geçtim ben arkaya. Bostancı durağına geldiğimizde otobüs durdu, inenler indi tam kalkacakken oturan adamlardan birisi, yaklaşık 40 yaşlarında, beyazlamış yerleri olan, çökmüş bir adam, bastı düğmeye. Pardon basmadı bildiğin abandı. Art arda bastı bastı bastı, ama durmadı otobüs. Son çare olarak ,korkulu rüya işte burada devreye giriyor, 'ARKA KAPIIIIII' diye bir çığırdı adam... Öldüm bittim ben. Kulaklıkla müzik dinliyordum, adam öyle bir bağırdı ki sanki son ses adamın sesini dinliyor hissine kapıldım. Daha da beteri adamın bağırırken açtığı ağzıydı. O ağız mıydı bilmiyorum fakat... Ağız gibi bir şeydi. Dökülmüş dişleri, ön dişlerin bir tanesi kalmış ki, keşke o da gitseydi, dedirtiyor insana. O derece kötü.
 Sonuca gelirsek eğer, otobüs DURMADI!

  2- 'Yaşlısı var, genci var..'
 Genellikle insanlar sabahları ayılamazlar, kendilerine gelemezler, fakat bu karşılaştığım insancıkta olay tam tersi işliyor gibi.
 Bir akşam, iş çıkışının olduğu saatlerde, bir yerden dönüyorum, eve gideceğim. Her otobüs kalabalık. Bekle Allah bekle, boş otobüs gelmiyor. Ben de pek sevmem dolu otobüslere binmeyi. Kim kime dum duma. Arka tarafa da ilerleyemiyorsun zaten. Beklemekten sıkıldım ben artık. Geçte oldu baya. Orta düzeyde kalabalık olan bir otobüse atladım, ama orta kapıdan atladım. Ön kapı dolu olduğunda, şoförün orta ve arka kapıları açmasıyla birlikte insanlar buralardan biniyorlar genelde. İşte ben de atladım orta kapıdan içeriye. Akbili uzattım birisine, bu da 20-25'li yaşlarda mal birisinin tekiydi, hani elden ele gitsin bassınlar bana geri versinler diye. Adama uzattım işte, böyle bir mallaştı afalladı bir şeyler oldu adama. 'Ne yapayım?' dedi bana. Böyle deyince ben de bir mallaştım. Yani akbil bu sonuçta. Ne yapabilirsin ki bunu? Adamın ne tür fantezileri olduğunu merak ediyorum hala. Ben tabii hemen silkindim filan 'Uzatıp basar mısınız?' dedim. Adama sanki 'Omzuna çıkayım mı? Burası çok dar be abi.' demişim gibi tip tip bakmaya devam etti. En sonunda: 'Al kendin bas, önde yaşlısı var genci var.' gibi bir şeyler saçmaladı. Ben bu sefer sinirlendim! 'Hay senin fantezilerine de, sana da!..' diye saydırdım içimden. Sonra bu cümleler dışarıya 'Yani elden ele uzatacaksın, basacaklar. Bu kadar zor mu?' diye çıktı. Öyle aradan adamlar katıldı tartışmaya, falan filan derken sonunda başka birisiyle akbili gönderdim. Adama arada tip tip baktım, bir kaç beddua sıraladım.
 Umarım artık yaşamıyordur.

 1- Azmini yerim ben senin.
 Ben yine Optimum'da sürttüm geçenlerde. Saat 4-5 gibi dönüyorum artık eve. Atladım 21U - Uğurmumcu otobüsüne. E5 üzerinden ilerliyoruz biz, kaçırmayayım durağı diye durağın olduğu yerlere bakıyorum camdan. Tıngır mıngır ilerlerken son iki durak kaldı benim inmeme, durdu bir durakta otobüs. İnen indi, binen bindi derken ilerlemeye başladı. O sırada halis mulis Türk göbeğine sahip olan amcanın teki durağın merdivenlerinden inip otobüse yetişmek için koşmaya başladı ama nafile. Durmadı otobüs. Bastı gitti. Adam arkasından saydırdı tabii el kol hareketi yapa yapa. Ben de içimden takılıyorum adama 'Geçmiş olsun amca ehe.' filan diyerek. Sonra diğer durağa geldi bizim otobüs. Bir baktım, böyle kısa süreli bir şok geçirdim. İnene kadar kendime gelemedim.'NASIL YANİ?' filan oldum ben. Bir baktım, AYNI ADAM YİNE KOŞUYOR! İnanamadım. Gözlerimi açtım böyle, inanamadım yani. Aynı adam yine koştu koştu atladı bindi bizim otobüse. Kendi kendime 'İşte azim budur!' diyerek tabiri caizse 'kendi göt oluşumu' kıvırma olayına giriştim. Ama anladığım kadarıyla adam otobüse yetişmek için minibüse binmiş. İŞTE AZİM BUDUR! 

Pazar, Haziran 24

Bir Film İzledim, Hayatım Değişti.

   Julia & Julie. Bilmiyorum kaç kişiniz izledi bu filmi, ben de yeni izledim ama etkilendim baya. Julie'nin blogundan etkilendim en çokta. Yani 'Keşke ben de böyle bir şeyler yapabilsem!' olayına filan girdim. Julie, Julia'nın yemek kitabındaki tariflerleri yapmaya ve bunları günlük olarak internete yazmaya karar veriyor.Böylece 365 günde 500'e aşkın yemek tarifi yapıp bunları günlük olarak internetteki bloguna yazıyor ve New York Times'a bile haber olacak kadar ünleniyor! İşin can alıcı noktası ise, bu film gerçek bir hikayeden alıntı!
 
   Yani bu inanılmaz bir şey! Bilmiyorum, çok heveslendim fakat böyle bir şey yapabilmek için çevrem yok. Gerçi Julie'nin de çevresi yoktu. Fakat, nasıl desem, Türkiye'de böyle bir şey yapmak kolay mı Allah aşkına? 'Ergen işte, peh.' yorumlarından başka bir şey beklemiyorum açıkçası. İnsanın önünü kısıtlıyorlar. Ve bir çok kez benim de kısıtladılar. Ama siz siz olun kimsenin sizin fikirlerinize karşı gelmesine izin vermeyin. Pişman olabilirsiniz.
 
    Mesela benden bir örnek vereyim. Bu yazıyı okuyacağını bildiğim halde ve bana alınacağını (belki belli etmese bile..) bildiğim halde bunu anlatacağım. Eğer anlatmazsam bu sefer yine bir kısıtlama söz konusu olur aslında.
    Şubat aylarında tutturduğum Converse sırt çantasını hatırlıyor musunuz? Agresif agresif yazılarım bile var onunla ilgili. Onu bir arkadaşımla almaya gittiğimizde, renk olarak turkuaz renginde çok takılmıştım. Adeta onu istiyordum.Ve arkadaşım bana 'Turkuaz rengini genelde kızlar takıyor, bence siyahını al.' dedi ve ... Siyahı aldım. Bir kaç ay sonra aynı çantanın turkuaz rengini bir erkekte gördüm. Ve o an içimde kopanları anlayabilmeniz gerçekten imkansız. Tarif etmek imkansız. Pişmanlık vardı bir kere! En iğrenç duygudur zaten şu pişmanlık.
     Demek istediğim odur ki sevgili blog okurlarım, asla ama asla kimsenin etkisinde kalmayın. Tavsiye alın, ama tavsiyelerin kölesi olmayın.

    Filme geri dönecek olursak, Julie gibi olmak isterdim. Yani bir idolünüz var ve o idolünüz yolunda ilerliyorsunuz ardından 'BUMM' hayatınız değişiyor! Julie gibi olmak isterdim bir yandan, bir yandan da Julia gibi insanlara ilham vermek isterdim. Aslında ilham veriyor gibiyim de. Egomu tatmin etmek gibi anlaşılmasın ama bir çok insanın blog açmasına sebep olduğumu düşünüyorum. Yavrucuklarım gibi görüyorum ben onları. Rekabetten öte 'Oy canım benim sen de mi açtın kuzum? Yerim.' gibi anne sevgisi belirliyor içimde. Çünkü eminim ki bir blog bile olsa, o blogun açılmasına sebep oldum.

   Ama belki bir gün Julie gibi ünlü bir blog yazarı olabilirim, kitap yazabilirim ve insanlar bu satırları okurken 'Vay be, amatör yıllarında bunları yazmış ha?' demelerini sağlayabilirim.
   Hayalleriniz yoksa, yaşamak için bir nedeniniz de yok bence.

'I'm not cocky, I just love myself.' diyerek noktayı koyayım o halde.

Pazar, Haziran 10

Madonna Günlüğü!

   Perşembe, yani 7 Haziran günü bu zamana kadar geçirdiğim en güzel,en özel,en anlamlı günlerden birisi oldu benim için. Müziğin kraliçesi, yaşayan efsaneyi canlı canlı sadece 25-50 metre uzaktan görmekle kalmayıp yaklaşık iki saat boyunca canlı canlı dinleyip o muhteşem şovlarına tanıklık ettik. Bugün hala konserin etkisindeyim çok fazla. Her beş saniye de bir dünkü konseri hatırlıyorum ve mutluluktan havalara uçasım geliyor. Adeta içim içime sığmıyor. Mutluluktan ağlayasım geliyor. Yani hani anlatılmaz yaşanır diyorlar ya,o şey bu olsa gerek.
 
   Şimdi ilk önce Doritos'un tezahürat yarışmasına hırs yapıp katılmıştım. VIP bilet dağıtıyordu hayvanlar. Sahne önü sandım ben tabii. 'Oha lan! VIP bildiğin!!' diyerek katıldım, ve diğer yarışmalarda kazanan Merve abladan bir de Demet Akalın şarkılarından yardım alarak VIP bilet kazandım.Ama bizim biletlerimiz var, ve İpek'le gideceğiz. E şimdi VIP kazanınca anneminde gelmesi olayı filan çıktı. Ben VIP girip girmemekte kararsız kaldım falan filan derken dedik ki İpek'in adına da katılayım ben bir. Sonra yine Demet Akalın sayesinde İpek'e de VIP bilet kazandık. E elimizdeki biletler ne olacak? Satalım dedik ilk önce ama İpek'in annesi gelecekmiş, o halde benim de annem gelir dedim ve annelerimiz bizim saha içi biletlerimizi aldılar. Şanslılardı bence!
    Konser gününe gelirsek eğer, İpek'le ben manyak gibi sabahın 10.30'unda buluştuk. Ama yani sıra olur diye tahmin etmiştik. Etkinlikler 12'de, kapı açılış 18:30'da konser de 21:30'da başlıyor. (Gerçi Madonna 22:15'de çıktı sahneye) Biz oraya 11:30'da geldik.Yarım saat bizi almadılar etkinlik yerine. İpek aç, ben de açım öldük açlıktan. Neyse sonra girdik sonunda ama kimse yer yurt bilmiyor, Doritos standını soruyoruz birisi oraya gönderiyor, birisi diğer tarafa gönderiyor.Ne diye koymuşlar o insanları ben anlamadım valla. Zaten stada filan girerken pek öyle detaylı arama yapmadılar, şaşırdım. Galiba 'O kadar parayı veriyorlar bir de olay mı çıkaracaklar?' diye düşünmüşlerdir benim gibi. Olay da çıkmadı hani.

    Neyse, biz konser gününe kadar kazandığımız VIP biletlerin sahne önü mü yoksa 2. kategori mi (Facebook admini 2. kategori demişti, ama arkadaşıma müşteri hizmetleri sahne önü demiş.) bilmiyorduk. Aldık kazandığımız biletleri baktık ki 2. kategori, tribünlerde oturulacak yerlerden. Lan nasıl eğleneceğiz diye düşünmedim değil.
    Konser zamanına kadar tanıştığımız insanlar oldu, ana - oğul vardı, sonra iki tane kız vardı. Çok tatlılardı hepsi. Çok cana yakınlardı. İnsanların ortak noktada birleşmesi çok güzel, inanılmaz hoş bir durum. Konsere kadar yemek yedik, bir ice tea ve sandviçe 14 TL bayıldık. Madonna'nın lisanlı tişörtlerinden aldım ben 50 TL bayılıp. Öyle biraz oturdu yani.
   Neyse, sonra annemler geldi sıraya girdiler dediler ki 'Bence pişman olacaksınız değiştirelim isterseniz.' dedi filan. Aslında benim işime gelirdi. Fakat annemler hem sıranın arkasında kalmışlardı hem de İpek illa VIP diye tutturdu. VIP'e girdiğimiz an zaten bir hayal kırıklığı oldu.... İnanılmaz bozuldum ben. Bizim oturduğumuz tribünlere hep Doritos'tan kazanları koymuşlar zaten anam hepsi odun! 2-3 kişi de Madonna tişörtü var, hemen hemen hiçbirinde bir heyecan yok, bir hayranlık yok. Çok pişman olduk biz. Hani yani eğlenmek hoplamak zıplamak istiyoruz. Onu geçtik oturduğumuz, adı VIP olan tribünler sahneye inanılmaz uzak! Neyse, uzun uğraşlar sonrasında görevli adama durumu anlattım 'Biz genciz abi, eğlenmeye geldik. Böyle olduğunu bilmiyorduk. Saha içine insek olmaz mı? Hep saha içi bilet fiyatları daha ucuz yani pahalı yere gitmiyoruz. Lütfen abi?' filan gibisinden bir şeyler söyledim sonra adamın birisi aralardan bir yerlerden kaçabileceğimizi söyledi ve nereden kaçacağımızı gösterdi, zaten saha içine giriş yeriyle bizim tribün yan yanaydı. Kaçtık biz de saha içine! Bir mutlu olduk bir mutlu olduk ki sormayın. Sonra yavaş yavaş öne ilerledik filan ve Madonna! Madonna'nın nasıl olduğunu anlatmama gerek var mı? Süper olduğunu biliyorsunuz zaten. Kadın resmen yaşayan efsane. Süperdi. Konser hiç aklımdan çıkmıyor. Mükemmeldi. Bir göğsünü açtı konserde. Born This Way'in Express Yourself şarkısına benzemesine güzel bir gönderme yaparak sırayla  Express Yourself/Born This Way/She's Not Me şarkılarını söyledi. İnanılmaz deli bu kadın! Turn Up The Radio şarkısında tek havaya giren bendim bunu da söyleyim. Yani bu insanlar niye gelmişler ben anlamadım zaten. Mal gibi durdular anca. Bakmaya gelmiş onlar sadece. Eğlenmeye değil. Ama sahne önündekiler inanılmaz havaya girdi, Madonna ellerini tuttu filan çok güzeldi. :( Bir daha sahne önünden almak istiyorum.
    Çıkıştı da çok acıktık biz yine, annelerimizi ikna edip Beşiktaş'daki 24 saat açık olan McDonald's'a gittik. Çok iyi oldu valla. Eve gece 3'te gidebildik anca. Sabah 10:30'da buluşmuştuk yani yaklaşık 18 saat dışarıda idik. Bu da kendi çapımda saçma bir rekor olmuş oldu.
    Ertesi gün okula geç kaldım tabii. Saçma karne şeysi işte. Gereksiz filan. Ama karneye yetiştim yani.
    İşte Madonna konseri böyle geçti. Umarım bir kere daha gelir. Sahne önünden almak için çok uğraşacağım.

LUV MADONNA!

Cuma, Mart 30

And Oscar Goes Toooo...

   Büyük ihtimalle bu yazımı siz akşam üzeri okuyacaksınız. Fakat ben bu yazıyı 30.03.12 / 01:58 'de yazdım. Uzun zaman oldu, özledim vallahi yazı yazmayı. Bir de Madonna'nın eski albümlerini dinliyordum, blogum geldi aklıma. Yani anlayacağınız şu anda çok hoş bir ortam hakim. Bir tek kahve eksik.
   Bir kaç kitap okudum: Katre-i Matem, Ejderha'nın Yemini, Uyuyana Kadar. Aralarında bir tek Katre-i Matem'i beğenmedim. O da zaten edebiyat sınavında çıkacağı için okumuştum. Aslında konu çok hoş. Güzel konusu var. Fakat adamın anlatımı çok sıkıyor. Yabancı kelimeler o kadar çok ki... 3 haftada filan bitirdim kitabı galiba. Bugün de Ejderha'nın Yemini'ni bitirdim, yeni kitaba henüz başlamadım. Kürk Mantolu Madonna.
   Uzun bir aradan sonra tekrar gelince böyle bir enerjik gelirim filan diye hayal ediyordum ben de fakat bugün çok durgunlaştım. Bilmiyorum kitaplardan galiba. Okuduğum son iki kitap etkiledi beni baya.

   Aslında kitap okumak inanılmaz güzel bir şey. Bugün biraz bunu düşündüm. Hayata baktım şöyle bir. Kendime baktım. İnsanlar ne yapıyorlar, ben ne yapıyorum? Mesela bugün sınıfta oturuyordum tek başıma. Kitaba gömülmüştüm. Kafamı kaldırıp baktım şöyle bir baktım etrafıma. Neler oluyor diye. Herkes kendi alemine dalmış adeta. Kimse kimsenin umurunda değil. Gruplaşma var. En önemlisi de kafa dengi insan yok. Sınıfta gerçekten asosyal konumunda gözüküyorum. Ama öyle değilim ki. Yani ben okulda olduğu gibi evde mal gibi akşama kadar oturup durmuyorum haftanın yedi günü. Ama böyle bir izlenim vermişim sınıftakilere onu anladım. Yani pek umurumda değil açıkçası. Okul ortamını sevmiyorum zaten. %99'uyla da ileride görüşeceğimi düşünmüyorum. E daha ne? Bırak insanlar beni asosyal olarak hatırlasınlar. İnsanlar arasında sırf böyle anılmamak için bir şey yapacak değilim. Öyle değil mi? Önemli olan o değil, her neyse.Asıl başlık konusuna gelelim biz!

   Geçen hafta Çarşamba günü 'en'lerin seçilmesi için oy kullanıldı. En sempatik, en yakışıklı, en güzel, en çalışkan, en duygusal, en entelektüel kategorileri filan vardı. Ve iki dalda ödül kazandım ben de. :) 'And Oscar goes tooo Sarımsaaakk!' havalarına filan girdim kendi kendime. Entelektüel kavramını bilmeyen şahsiyetler de olsa aralarda, sonuç olarak büyük bir çoğunluk beni seçti. Halk benden yana! Ovv yeee! Bir de beklemediğim dalda(ben baya baya Oscar havasına girdim.) 'En sempatik' kategorisinde en çok oyu alanlardan oldum. Ödülü birisiyle daha paylaştım fakat olsun. Ödül ödüldür.

   Okul hayatım böyle geçiyor işte. Asosyal-entel-sempatik sıfatıyla dolu. Gruplaşmanın içinde. Kurtulmayı bekleyen bir mahkum gibiyim. Hoşuma gitmiyor bu durum. Ama sorun yapmıyorum. Kendi kendime yetiyorum. Kimseye, özellikle sınıftaki kimseye ihtiyacım yok. Nasıl olsa bir gün bitecek okul. Üniversite'nin de böyle geçeceğini düşünmüyorum. Ona da 2.5 yıl filan kaldı. Yarısı bitti.

   Normal hayatta da artık çok az insan var benim hayatımda. En iyisi olduğunu düşünüyorum. Çok fazla insan hoşuma gitmiyor. Ne gerek var yani? Az ve öz olsun. Şu anki Facebook hesabımda 170 kişi olmasına rağmen oradaki 20 kişi filan da gereksiz aslında. Bir zamanlar çok önem verdiğim, değer verdiğim insanlarda yok şu anda. Bugün bunları da düşündüm. Ve dedim ki 'Sarımsak, bu halinden memnun musun acaba?' Gayet memnunum aslında.Hem de çok. Kitaplarım ve önemli bir iki kişi yetiyor bana. Hayatın olumsuz tarafına bakarsak eğer sürekli, daha da kötüye gider yaşantımız. Böyle işte :) Bugünlük benden bu kadar. Saat 02:43'ü gösteriyor. Bu saatten sonra ne yaparım bilmiyorum. Belki acıkan karnımı doyururum, belki göz kapaklarımın iyiliği için uyurum belki de kitap okurum. Ama en iyisi yemek yemek gibi geliyor.

Pazar, Şubat 5

Kontrol Kimde?

Şöyle bir geçmiş yazılarıma bakıyordum ben yine. Vallahi böyle kendimle dalga geçesim geldi. Silecektim, ama yazıktır, insanlar amatör olduğum zamanları da (şu anda ödüllü, profesyonel bir bloggerım zaten) görsünler okusunlar diye bırakıyorum.

Konumuza gelince, cidden kontrol kimin elinde? Kimin için varız? Kimin için yaşıyoruz? Ya da kimi mutlu etmek için yaşıyoruz? Kendimizi mi? Yoksa insanları mı?
İnsanlar toplum tarafından kabul edilmek ister, takdir edilmek ister. Benim aklıma hep bu takılmıştır aslında. Davranışlarımız,yaptığımız şeyler, ağzımızdan çıkan kelimeler, duygularımızı ifade etme biçimi hatta yalan söylememizin nedeni topluma kendimizi kabul ettirmek olabilir mi? Yani dışlanmak korkusu falan filan.

Çoğu insan aslında kendisine ait olmayan yapmacık duygular ile karşımıza çıkar. Sırf kendini kabul ettirmek için.

Ama ben derim ki, siz kimin için yaşıyorsunuz? Toplum için mi, yoksa kendi mutluluğunuzu sağlamak için mi? Başkalarının sizi dışlamasının nedeni sizin gerçek benliğiniz olacak ise, bırakın olsun. Kimse sizden değerli değil çünkü.
Olduğunuz gibi davranın, yaşayın. İçinizden geldiği gibi, kendiniz gibi. 'Başkaları ne der?' korkusu olmamalı hiçbir zaman. Çünkü o zaman bırakın benliğinizi, özgür de olamazsınız ki.
İnsanlar gelip geçici. Ama ruhunuz hep sizinle beraber. İlk önce kendinize 'Acaba ben mutlu muyum?' demelisiniz.
Umarım ne demek istediğimi anlamışsınızdır.


Bu yazımda farklı bir şey yapmayı düşünüyordum aslında.Yani şöyle detaylı bir araştırma yapıp bu araştırma sonuçlarını sizinle paylaşmak gibi bir fikir vardı (sevgili diğer blogger, bu fikrimi umarım çalmazsnız), düşündüm düşündüm ama sizi sıkmayacak (buraya dikkat. Çünkü insanları bu bilgilerle sıkarsam, profesyonelliğim sarsılır. Ödülümü filan geri alırlar mazallah!) bir şey bulamadım.Kitaplarla ilgili birkaç bir şey bulup yazmayı düşündüm ama yani hepsini toplasan çıkaracağın tek bir sonuç var, oda; Türkiye'de okuma oranının azlığı. E zaten bunu çoğu kişi biliyor. Şimdi bunu tekrar sizin önünüze koyarsam sıkılmaz mısınız? Ben şahsen sıkılırım. Bir kere yazdık okuma oranıyla ilgili yazı. Yeter yani. O açıdan bu fikirden vazgeçtim. Sonra düşündüm düşündüm herkesi ilgilendirebilecek ve sıkmayacak bir araştırma konusu bulamadım. Böyle bir şey düşünmemin sebebi ise, ya şimdi giriyorum blogger.com'a sonra tıkır tıkır aklımda olanları en fazla yarım saatte yazıp bitiriyorum. Nerede emek? O yüzden böyle bir şey denemek istemiştim. Ama artık araştıracak bir konu aklıma geldiği zaman denerim.

Bir kaç haftadırda bu blog başlığımı değiştirmeyi düşünüyorum. 'SARIMSAK'IN GÜNLÜĞÜ' ilk başta iyi gelmişti bana. Ama şu anda içime sinmiyor. Sorun Sarımsak'ta değil. Çok sevdiler zaten bu Sarımsak olayını. Ho-ho-ho. Yaratıcıyım ben ya lanet olsun. Bunun içinde ayrı bir ödül vermeleri lazım. Ama bana göre işi GÜNLÜK kısmı bozuyor. Biraz... Biraz kızsal geliyor bana bilmiyorum. Bu konu hakkında bir şeyler yapmalıyım.

Dipnot 1: Hiçbir yazımda bu kadar emek harcamadım ben. Üç kez taslak olarak kaydettim yazımı. Defalarca üstünden geçtim. Güzel olmuştur umarım.
Dipnot 2: Esprili yazılarımdan yavaşça uzaklaşıyorum, fark ettiniz mi? Değişimin ilk adımları bunlar.

Bulamadın mı?

DMCA Protection