Çarşamba, Ağustos 5

Sıradan (dışı)

  Doğa için oldukça sıradan bir gündü. Doğanlar doğuyor, ölenler ölüyordu. Bir tarafta yağmur damlaları yeryüzüne inmek için acele ediyor, diğer tarafta bulutların birbirleriyle yarıştığı gökyüzünden güneş ışınları gülümsüyordu.
  Onun için de sıradan bir gündü. Yaz günlerinden biriydi. Hava oldukça nemli ve sıcaktı fakat onu etkilemiyordu bu. Etkilese bile çalışmak zorundaydı. Ailesine yemek getirmek zorundaydı. Yaz aylarında yaptığı en önemli ve en ciddi iş buydu.
  Üç kişilik bir ailesi vardı; o, onun babası ve onun annesi. Babası bir yaz günü çalışırken bacağının tekini kaybetmişti. Annesi de yine yaz gününde çalışırken vücudunun yarısını kaybetmişti. Yaşaması mucizeydi aslında. Ama çok bir ömrü kaldığı söylenemezdi. Böyle bir durumda ailenin bütün yükü ona düşüyordu.
  Onun için zaman çok önemliydi, çünkü o kadar yavaştı ki sanki yirmi dört saat değil de on iki saatte tamamlanıyordu gün. Tembel değildi, tersine çok çalışkandı. Bir o kadar da güçlüydü. Hatta o kadar güçlüydü ki kendi ağırlığının sekiz katı ağırlığında bir şeyi taşıyabiliyordu.
  Çoğu ailenin hayatı gibi onun ailesinin hayatı da risklerle ve çabalarla geçip gidiyordu. Sakat kalmalar ve ölümler çok sıradandı artık. Doğanın acıması yoktu. Belki her şeyi doğaya yüklemek doğru olmazdı ama... Bunun bir önemi var mıydı onun için? Suçlu doğa olsa bile ne yapabilirdi? Onun bunları düşünmekten daha önemli işleri vardı. Çalışmalıydı. Sürekli çalışmalıydı. Onun için yegane adalet, ilahi adaletti. Sorgusuz sualsiz...

  Yine yuvasına yemek götürmek için çıktığı o gün herkes aynı görünüyordu. Günün sıradanlığı onlarda vücut bulmuştu. Herkes aynıydı. Birisini ötekisinden ayırt etmek çok zordu. Onların tek ayırıcı özelliği boyutlarıydı. O, normal bir büyüklüğe sahipti. Ne bazıları gibi kocamandı, ne de bazıları gibi fark edilmeyecek kadar küçüktü. Bu, onu diğerlerinden ayırt etmeyi olanaksız kılıyordu.

  Bu sıradan günde hemen hemen herkes çalışıyordu. Ara vermiyorlardı. Hepsinin tek amacı yuvalarına yemek götürmekti ve bunu gerçekleştirmek için harıl harıl çalışıyorlardı. Kimse bir diğerine yan gözle bakmıyordu ya da laf atmıyordu. Ya da boyutuyla ilgili espri yapmıyordu. En büyüğü de sıradandı, en küçüğü de. Her an ölüm riskiyle yaşadıkları için diğerlerinin nasıl göründüğünü umursamıyorlardı. Her zaman bundan daha önemli işleri vardı onların.

  Tek düşüncesi ve tek amacı yuvasına yemek götürmek olan o için gün birazcık farklı olacaktı. Ama o bundan habersizdi. Bilemezdi de zaten olacakları. Tahmin de etmezdi. Gerek var mıydı buna? Tahmin düşünmektir ve düşünmek zaman alır. Halbuki zamanı çok değerliydi ve bu değerli zamanı düşünmek gibi boş şeylerle harcayamazdı.

  Gözlerini dört açmış çalışırken onun burnuna bir koku geldi. İlk defa aldığı bu kokunun ne olduğuna dair bir fikri yoktu. Bu kokunun ne olabileceğini düşünüyordu ve bu zaman kaybıydı aslında. O çalışmalıydı. Fakat bu koku çalışmasını engelliyordu. Gözleri kararıyordu. Üstündeki yükü bırakmak zorunda kaldı. Etrafına baktı, diğer arkadaşları kaçıyorlardı. Onların üstünde yük yoktu. Fakat o çalışmak zorundaydı. Yükü vardı. Ailesinin yemeği vardı. Onu bırakıp gidemezdi. Kokuya karşı gelmeye karar verdi. Son bir çaba ile yükü tekrar sırtlayıp kokuya karşı çaba sarf etmeye çalıştı. Birazcık ilerlemişti. Bir an yapabileceğini düşünmüştü ama hayır, olmuyordu. Böyle devam edemeyecekti. Yükü bırakmak zorundaydı. Belki ailesine bugün yemek götüremeyecekti ama diğer günler yemek götürmek zorundaydı ve bunun için bugünlük yemeğinden vazgeçmeliydi. Yüksüz devam etmek daha kolay gözükse de iyice bitkin düşmüştü birden bu koku yüzünden. Kendini yere bıraktı. Devam edemeyecekti. Gözleri iyice karardı, karardı, karardı. Sondu onun için. Özür diledi ailesinden, sıradanlık için.


Ve böylece karınca bir evin parkesinde böcek ilacı nedeniyle can verdi. Mezarı ise beyaz bir peçete ile balkondan aşağı atıldı. Sıradanlık bu ya...



NOT: 'O' kelimesini sıradanlığı hissettirmek adına bazı yerlerde özel isim olarak (büyük harf kullanmadan) bazı yerlerde de zamir olarak kullandım.

Çarşamba, Temmuz 22

Zor

  Zor bu ülkede yaşamak.
  Zor bu ülkede sokaklarda dolaşmak özgürce.
  Zor bu ülkede kadın olmak.
  Madenci olmak, işçi olmak zor bu ülkede.
  Zor bu ülkede LGBT bireyi olmak.
  Zor bu ülkede birilerini desteklemek.
  Tarafsız olmak, objektif olmak, etiketlere maruz kalmamak zor bu ülkede.
  Zor bu ülkede düşünmek, düşünebilmek.
  Zor bu ülkede hakkını aramak.
  Zor bu ülkede adaleti bulmak.
  Zor bu ülkede çalışmak.
  Zor bu ülkede evine ekmek götürmek.
  Ötekileştirmeden yaşamak, öteki olmak zor bu ülkede.
  Zor bu ülkede yardım eli uzatmak.
  Zor bu ülkede anne olmak.
  Yaşamak zor bu ülkede. Ölmek kolay, ölmemek zor bu ülkede.
  En zoru da gençken ölmek. Yardım ederken öldürülmek. Sinsice, alçakça.

  Zor bu ülkede yaşamak.

Pazar, Haziran 28

soru işareti

kaybolmuşluk hissi iğrenç bir his. nereye ait olduğunu bilmemek, ne mutlu olabileceğini bilmemek, daha da ötesi artık mutlu olabilecek ihtimalini bile bilmemek. 
çok korkunç her şey. insanlar, toplumlar, teknolojiler, nesneler, fikirler, duygular, çıkarlar. bunlardan dolayı umutsuzluğa kapılmak ise en korkunç olanı. umutsuzluk içinde bile olsan yapman gereken ödevler, sorumluluklar, 'kazanmaya' çalışman gereken şeyler de işkence. baktığında zavallıca. gördüğünde ise acınası. 
bırakıp gitmek istiyor insan bazen. evi bırakmak, okulu bırakmak, insanları bırakmak, şu an bu yazıyı bırakmak, hayatı bırakmak. sıkılmak her şeyden, hayatı işkenceyi döndürüyor. 
korkmak da çin işkencesi gibi bir şey. büyük harf kullanmaktan dahi korkmak. 
anlaşılmamak.
şu an ne demek istediğimi anlamayacak insanlar. saçmaladığımı düşünenler.
anlaşılmamak umutsuzluğa giden kestirme yol. zorunlu kestirme yol.
bir rüya görmüştüm, öldükten sonra kendimi. bir laptop ekranından da geride kalan hayatı izliyordum. üzülmüştüm. öldüğüm için değil. hayatta tutunduğum tek dalı kaybettiğim için. garip geliyor. 
garip ve iğrenç kendini anlayamama duygusu. 
kendimi nerede mutlu hissedeceğimi bilmiyorum. bu benim içimi paramparça ediyor. belirsizlik beni tüketiyor. belirsizliğin içindeyim, sanki hiçbir yerde mutlu olamayacak gibi. kötü yanı, o yerden ayrıldıktan sonra orayı özlediğimi fark etmem. ama ben orayı sevmiyorum ki, nasıl özleyebilirim? bilmiyorum. kendimi kötü hissettiriyor bu bana. belki de sevmediğim ama özlediğim şeyin yer değil, yerin içindeki insanlar olması bana bu özlem duygusunu yaşatan. belki de yerler kişilerle anlamlı oluyor. ya da anlamsızlığa anlamsızlık katıp kendine hayran bırakıyor. 
saçmalık.
her şey saçmalık.
bu yazıyı yazmam da saçmalık. neden yazdım ben bütün bunları. ben bile kendimi anlayamazken birisinin beni anlama isteği yüzünden mi? bu da saçmalık.
bu saçmalıktan nasıl kurtulacağımı bilmemem de saçmalık. her şey saçmalıklar silkesi.
koptu her şey. ben de koptum. iyi geceler. 

Salı, Haziran 23

Mutluluk Üzerine...


Uzun bir süre yoktum ve buraları ciddi anlamda özledim. Öyle ki bu yazıyı telefonumun küçücük ekranında yazıyorum. O yüzden umarım yazıda görsel ek olmaması sizin gözünüze uzun ve sıkıcı bir yazı olarak görünmez.
Blogda olmadığım süre boyunca birçok kitap okudum. Ama az önce bitirdiğim kitap 'Acayip Bir Başlangıç' bana, duygularıma ve hissettiklerime yakın gelmiş olacak ki bir yazı yazma isteği duydum. Ama bu yazı bir kitap incelemesi tarzında değil mutluluk kavramı üzerine olacak.
Kitapta hoşuma giden uzun bir alıntı vardı: "Mutluluk sözcüğüne sadece en dünyevi bağlamlarda -mesela, ne mutlu ki kimliğini bir yerde unutmadığında ya da gideceği yere mutlu mesut vardığında- katlanabiliyordu. Mutluluktan, hedeflenen ya da ulaşılabilen bir ruh hali olarak söz edildiğinde, sanki biri iğrenç bir hastalıktan ya da cinsel saplantılarından bahsediyormuş gibi rahatsız olurdu. Esrik aşkın meyvesi olan mutluluk, kendine telkinden ve hayatı olduğu gibi görmeye katlanmayanların kendini kandırmasından başka bir şey değildi. Çocuklar dışında hiç kimsenin kendi mutluluğu için bir başkasına bel bağlamaması gerektiğini söylerdi. Hayatının hiçbir döneminde insanların mutluluğa hakkı olduğunu düşünmemiş, çileli dünyayı aşkla tatlandırma düşüncesine kapılmamıştı."
Ve bir de şöyle bir soru soruyordu baş karakterimiz: " Mutluluğumuz için mücadele etmeyi unuttuk mu hepimiz? Yoksa mutluluğun ne olduğundan artık o kadar emin değil miyiz?"
Mutluluğun, gerçek mutluluğun ne olduğundan emin değiliz. Artık emin olamayız. Kısa vadeli hazlar artık bize daha çabuk ulaşabilir ve çekici geliyor. Ve biz bu hazları mutluluk diye tanımlıyoruz artık. Sanıyorum ki artık mutluluk mümkün değil.
Mutluluğun anlamını unutmuş haldeyiz. Kaybolmuş bedenlerimiz gibi hislerimiz de kaybolmuş. Yanılsamalarla yaşıyoruz. Gerçekliğimizi kaybetmiş haldeyiz. Yanlışız.
Kendimizi kandırıyoruz. Mutluluğu artık haza indirgemişiz. İnsanlar mutlu olduklarını sanıyorlar ama aslında hiçbirimiz mutlu değiliz.
Bu satırları yazan ben karamsar yazar bey ve bu satırları okuyan ve bana katılan siz karamsar okuyucular ve bu satırları okuyan ardından içi daralıp bana saydıran tam şu anda sayfayı kapatmayı düşünen siz gerçeklikten ve karamsarlıktan kaçan korkak okuyucular...
Aşkı mutluluk olarak nitelendiren daha da ilerisi sıradanlığı evlilik ile gerçekleştiren, bu mutsuzluk dolu dünyada sıradanlığın şaibeli mutluluğunu arzulayan insanlar...
Bazen düşünmekteyim, bu hayatta hiç mi güzel şeyler olmuyor? Hayır bence olmuyor. Olmayacak da. Bu kadar kötülük arasında mutluluğu yakalamaya çalışan insanlar ve belki de kısa süreliğine yakalamış olan insanlar nasıl baş edebilir bunca kötülükle?
Peki ben hiç mi mutlu olmadım? Oldum ama artık o kadar korkunç bir karamsarlık çukuruna düşmüşüm ki herhangi bir olumsuzlukta hemen yıkılıyorum. 'Evet, bu buraya kadarmış.' deyip mutluluğumu kurtarma ve devam ettirme çabasına girmiyorum, korkuyorum. Aslında girmek de istemiyorum. Çünkü insanlar korkunç, hayat korkunç. Ve ben de şu an bu satırları okumayan kendilerini üst satırlarda bulup sayfayı kapatmış olan korkaklar kadar korkayım.
Ama bazen düşündüğüm başka bir şey var. Mutsuzlukta mutlu olan insan' tabirini duyduğumdan beri ben de bu tanımın içerisinde miyim diye sorguluyorum. Cevabı bulabileceğimden şüpheliyim. Belki de cevap vermek istemiyorum kendimce. Mutluluğun imkansızlığına inanmış bendeniz olarak.
Uzatmaktan hoşlanmıyorum.
Kitabın sonu acayip bir başlangıçla bitiyor. Yeniden umutla, yeniden gençleşme ile bitiyor. Yaşlı ve hayattan ümidini kesmiş karakterle genç ama yaşlı ben arasında bağlantı ve yakınlık kurdum. Ve aklıma bir soru geliyor sadece. Acaba ben de acayip bir başlangıç yapıp umutlanabilecek miyim? Peki ya bu başlangıcın bitişi nasıl olacak?
Yazımın sonlarına gelirken (bu tavsiyem her ne kadar yazımla çelişse de) mutluluk arayışınızı kaybetmemenizi ve Acayip Bir Başlangıç kitabını okumanızı tavsiye ederim. Size dokunacak bir havası olduğuna eminim. Sonraki yazımda on8'in yeni kitabını inceleyeceğim efenim. Kitapsız kalmamanızı dilerim!
- Mutluluğu sorgulayan ama belki de mutsuzluktan mutlu olan ve bunun farkına varamayan garip bir yazar.

Pazar, Mart 22

Bir Adım Daha - White Lies / Mark O'Sullivan

>
          The Beautiful South'un ''I'll Sail This Ship Alone'' şarkısından bahsediliyor kitap. Aslında bütün kitabı özetleyen bir anlamı var şarkının: 'Bu gemiyi tek başıma yüzdüreceğim.' 


  Günışığı Kitaplığından orijinal ismiyle çıkan White Lies kitabını 2013 yılında on8'de 'Bir Adım Daha' olarak çıktığını gördük. Ayrıca biraz daha gençlerin dikkatini çekecek olan bir kapakla çıktı karşımıza. Okumaya yeni fırsatım oldu. Kitap okumak için zaman yaratmak bir yana dursun gençlik kitapları okuyup birazcık hafiflemek için zaman yaratmakta oldukça zorlanır oldum. Ama en son İstanbul'a gittiğimde kaptım bu kitabı ve İzmir'e gittiğimde okuyacağıma söz verdim kendi kendime.

  Olaylar üç karakter etrafında şekillense de kitap iki karakter ağzıyla anlatılıyor. Yani hikayeyi sorunlu bir çift olan Nance ve OD'dan dinliyoruz. Bir de arada bit yeniği gibi gözüken Seanie var.

  Kitabı okurken kafamda dolaşan düşünceler arasında en kuvvetlisi 'Bu karakterler ne kadar egoist ve bencil.' düşüncesi oldu. Seanie hariç diğer tüm karakterler o kadar bencil, o kadar gururlu ki insan ister istemez kıl oluyor. OD ile Nance'nin arasına girip iki çift laf söyleme isteği uyanıyor insanın içinde kitabı okurken.  Genel hatlar olarak bakacak olursak günümüz gençlerin bencilce davranışları arasında neleri kaybettiklerini ve yiğitçe davranıp olgunluk göstererek, ergen triplerini aşarak nasıl işleri düzene koyduklarını gösteren bir kitap dersek yanlış olmaz. Ahım şahım bir konu yok ortada, konusu bakımından daha iyi ON8 kitapları var, misal Ağaçtaki gibi. Ama eğer sıradan bir konu arıyorsanız ve günümüz gençlerinin ruh hallerini düşünüş ve kavrayış biçimlerini merak ediyorsanız bu kitap size yardımcı olacaktır diye düşünüyorum.
  Kitabın akışıyla ilgili bir sorun yoktu, çeviri oldukça iyiydi, dil de bir o kadar akıcıydı. Kitabın sonu beni garip bir biçimde şaşırttı. Bu kadar sıradan bir konuya oldukça sıradan bir son bekliyordum, temel olarak da zaten sıradandı fakat hani olayın ilerleyişi biraz bu sıradanlıktan sıyrılmıştı.

  Nance'nin gerçek ailesini bulma çabasını, 'bit yeniği' olan Seanie'yi kendi ağzıyla olmasa da dışarıdan nasıl bir karakterde olduğunu ve egoist umursamaz tavırlarıyla OD'u merak ediyorsanız, yaşları küçük ama sorunları büyük olan bu gençlerin nasıl sorunlarla baş ettiğini merak ediyorsanız, hayatın sıkıcı akışından yorulup, gündemden ve hayattan biraz uzaklaşıp kafa dağıtmak istiyorsanız, ağız tadıyla okunacak çıtır bir kitap diyebilirim size.

  Goodreads puanım 5 üzerinden 4 olan kitaptan bir iki alıntıyla yazımı bitireyim o halde. Şimdiden iyi okumalar! Hiçbir zaman kitapsız kalmamanız dileğiyle...

''Birine ne kadar yakın olduğumuz fark etmezdi, hepimiz yapayalnızdık.''
''Cam Druid'le birleşti ellerim,
Dikilitaşlara seslendim,
Benimle konuşamayan adamlara, kadınlara;
Benimki gibi sessiz, tınısız seslere.''
  Ek olarak kitapla müziği aynı anda götürebilme kabiliyetiniz varsa bu kitabı okurken The Beautiful South'u dinlemenizi, özellikle de ''Don't Marry Her'' şarkısına bir kulak vermenizi şiddetle tavsiye ederim.

Tanıtım Yazısı:


Başımı sallamakla yetindim. Salak körlüğümle yüz yüze gelmek hiç değildi. Hele bunun bana Jimmy gibi tescilli bir serseri tarafından gösterilmesi daha da beterdi. Fincanı tabağa öyle sert bıraktım ki, altından küçük bir parça kopuverdi. Özür dilerim, dedim içimden. Özür dilerim, Nance. Cevabı da kendi kendime verdim: Artık çok geç, OD, 'özür dilemek' için, kahretsin ki, çok geç.

Daha fazla detay için tıklayın!

Bulamadın mı?

DMCA Protection