Pazartesi, Haziran 11

Çaylak Sarımsak Yurtdışında (Bölüm 1)

  Merhaba Sarımsak okurları! Yaklaşık dört aydır yurtdışında Erasmus yapan bir Sarımsak olarak sizlerle buluşuyorum! Az önce son sunumları hocaya mail attım ve Erasmus'un yüzde doksanının sonuna geldim. Türkiye'ye dönmeden kilometrelerce öteden bir yazı yazmak istedim. Tabii döndüğümde daha kapsamlı bir yazı yazmadan bu işi geçiştirecek değilim, bilirsiniz.

  Efendim, beni bilen bilir; dünyanın en memnuniyetsiz insanlardan birisiyimdir. Bunu beni bilmeyen dahi bilebilir. O kadar nam salmıştır bu özelliğim. E hal böyleyken, Erasmus'a gelirim de memnun kalır mıyım? K A L M A M. Zira öyle de oldu. Her gün ama her gün çocukluk hayallerimin bir sayfasını yaktım. Gün geldi, çocukluk hayallerimin cildini yaktım. Derken, hayal kırıklıklarıyla dolu bir 'şimdi'den geçmişe hüzünle baktım. Ne kadar hayalperest olduğumu düşünüp duygulandım.

  Abartıyor değilim Sarımsak severler. Hem de hiç abartıyor değilim.

  Ben yurtdışı hayalleriyle büyümüş bir insanım. Dünyanın her yerinin yaşadığım yerden, yaşadığım ülkeden daha iyi olacağını, bırak daha iyi olmasını mükemmel olacağını düşünerek büyüdüm. Sonuç ne mi oldu? Sonuç: Her gün 'Ölürüm Türkiyem' türküsünü söyledim içimden.

  Memnun kalmama nedenim hakkında kısa bir özet geçmek istiyorum.
  Bir insanın kendini geliştirmesinin haricinde yaşadığı ve edindiği tecrübelerle gelişip büyüdüğünü düşünüyorum. Bunu bana düşündüren en önemli faktör ise şehir dışında üniversite okumaktı. Ülkenin her yerinden birbirlerinden farklı insanlarla aynı kampüsü, aynı fakülteyi, aynı sınıfı paylaştım. Onlardan çok şey öğrendim. Fakat öğrenmek, kulağa olumlu bir sözcükmüş gibi gelse de çoğu zaman acı dolu oluyor. Tıpkı bilginin insana huzur ve mutluluk vermediği gibi. Bunlar ne kadar militarist eğitim sistemi içerisinde bize 'iyi' şeyler olarak öğretilmiş olsa da ve bu yüzden kulağa 'hoş' gelse de işler tam olarak böyle olmuyor. Olmuyormuş.
  Ben o insanlardan nefreti ve kini öğrendim en başta. Bu kişisel olduğu gibi ideoloji kaynaklı da oluyor. Bazen nefret, öylesine ideolojik kaynaklı oldu ki bir öğrenci bıçaklanarak hayatını kaybetti gözlerimizin önünde.
   Kişisel olan noktalarda ise insan yaşadığı ve gördüğü şeylerden sonra her şeyin bir çıkar ilişkisi üzerine kurulduğunu anlıyor. Bireysellik, yalnızlıkla beraber korkunç noktalara çıkabiliyormuş, bunu gördüm.

  Bunlar bana dört yılın getirdiği iyi veya kötü tecrübeler silsilesinin küçük yansımalarıydı. Şimdi üniversite hayatımın son dönemini yurtdışında okuyarak geçiriyorum ve döndüğümde mezun oluyorum. Büyük bir parantezin sonunda demek istediğim asıl şey ise şu: Dört yıllık 'büyüme' evresinin daha geniş çaplısını sadece ve sadece dört ayda Erasmus'ta geçirdim. Dediğim gibi bu kulağa insanı geliştiren, tecrübe sahibi yapan 'olumlu' bir nokta gibi görüyor. Fakat Sarımsak severler, kazıkları yerken hiç de öyle olumlu bir his oluşmuyor insanın içinde. Davulun sesi uzaktan kulağa hoş gelir misali.

  Siz kendinizi ne kadar dışarıya kapatırsanız kapatın insanlarla bir alışveriş yapmak zorunda kalıyorsunuz. Dışarıya kapatmaktan kastım iletişimde bulunmamak değil elbette. Kastım, kısmen dışarıya duvar örmek. Fakat yapmak zorunda olduğunuz iletişim ve paylaşım esnasında bazı kişilere kendinizi yakın hissedip bir adım öteye taşımak istiyorsunuz. Bu da sonrasında tam bir hayal kırıklığını getiriyor.
  Bu noktada genel olarak şunu söyleyebilirim ki, korkunç insanlarla karşılaştım. Yerlisi yabancısı hepsi birbirinden korkunçlardı. İnsanlara nasıl bir daha güvenilmemesi gerektiğini, nasıl sınırların geniş tutulması gerektiğini daha iyi anladım. İletişimin insanlar arasındaki en önemli şey olduğunun bilincindeyim, bunun yanında burada bazılarıyla iletişim kurulmaması gerektiğinin önemini anladım. Bu, en azından içsel iletişim için gerekli. Kişiliğe ve karaktere saygı için gerekli. Benlik sevgisi için gerekli deyip Nietzsche vuruşu yapalım bir de!

  Neden bu kadar ciddi bir şekilde kişisel gelişimci havalarda konuştuğum yahu, bilmiyorum. Hiç de sevmem halbuki. İnsanın korktuğu başına gelirmiş vallahi yarın bir gün kişisel gelişimci olup çıkacağım, ondan korkuyorum. Olur da öyle bir şey olursa bana artık porsumuş Sarımsak deyin, vasiyetimdir!

  Sözün özü, Erasmus'um bok gibiydi. Detaylarını daha sonra yazacağım yazıda elbette paylaşacağım. Sadece bunlardan bahsetmekte ki amacım, daha da genel konuşursam bu blogun amacı her şeyin herkesin dediği gibi harika olmadığı. Erasmus toz pembe bulutlarla kaplı harika bir şey olarak söylendi bu zamana kadar. Ama olmaya da bilir. Bunu düşündünüz mü? Vallahi ben de düşünmemiştim aha böyle göt gibi kaldım. İşte ben size bu nokta da 'Bakın bu da olabilir!' diye bir uyarı vermek istiyorum, hepsi bu. Yoksa çıkıp 'Mal, sen yaşamasını bilmemişsin' diyebilirsiniz de. Yaşamak, alkol alıp ot içmekse evet yaşamadım varoşlar, der geçerim ben de...

  Hatta hatta ikinci yazımda alt başlık olarak 'Varoşlar' kısmı koyacağım, bakın ben ciddiyim. Ciddi olduğum şey, Erasmus'un varoş kaynadığı. Ciddiliğimi bilirsiniz, sınanmaya gelmez.



  Efendim, hava karanlıkken yazmaya başladığım, gün aydınlanırken sonlandırmayı düşündüğüm bu  Polonya sınırlarında yazdığım yazıda size bahsetmek istediğim son şey, bir sonraki yazımın Erasmus rehberi olma açısından harika olacağıdır. Başta dersler olmak üzere ulaşım, varoşlar, yurt yaşantısı gibi birçok şeyden bahsedeceğim size. Fragman niyetindeki bu iç döküş yazısını burada bitiriyorum. Şimdi hiç üşenmeden yatağımdan çıkıp sigara almaya gideceğim.
    Sarımsak efkarlandı!








Pazar, Şubat 11

Mahallede Bana 'Sen' Derler! (Adınla Çağır Beni Kitap İncelemesi)

  2018 yılının ilk yazısıyla sizlere tekrar 'Merhaba' diyorum sevgili Sarımsak okuyucuları. 'Seneye görüşürüz, görüşmeyeli bir yıl oldu' esprilerinden uzak bir yılbaşıydı, bu yüzden de bu korkunç espriyi yenilemeyeceğim.
  Yeni yıla girdiğimizde yeni bir başlangıç için kendimizi hazırlama çabası içerisine de giriyoruz. Kendi adıma konuşacak olursam bu girişimde hiçbir zaman başarılı olamıyorum. En fazla bir iki gün 'yeniliğin' keşfine çıkıyorum daha sonra rutin yapılan işlere geri dönünce yenilik kendisini olağana bırakıyor.
  Bu olağan akışın içerisine artık korku içerisinde yaşamak da dahil oldu. Yaşadığımız topraklarda bir olağanüstü hal mevcut, bildiğiniz üzere. Olağanüstü halin olağanlaştığı bir ortamda 'yeni' olanın coşkusunu duymak kanımca imkansız hale geldi. Milyonların hayatlarındaki en büyük yenilik; yayınlanan KHK'larda isimlerini arayıp işlerinden olup olmadığını öğrenmeye çalışmak oldu. Yeni hayatlarına korku ortamında 'merhaba' dediler.
  Böyle bir ortamda umut bir düş olmuşken, yapılacak en iyi şeyin edebiyatın iyileştirici gücüne sığınmak olduğunu düşünüyorum. Edebiyatla ayakta kalabiliriz, onunla karanlıkta yön bulabilir, ışığın varlığına dair umut besleyebiliriz. O yüzdendir ki bu yazımı bir roman incelemesine ayırdım. Hayatlarımızdaki yoğun karanlıktan biraz kurtulabilmek adına sizinle bir romanı tanıştırmak benim için gurur verici olacak.



  Tekelleşmenin getirdiği seçeneksizlik ortamında alternatif olanlara yönelmek önemli bir unsur. Sinemada da bu geçerlidir. Vizyona giren üç beş filmi her AVM'de bulabilir ve sadece bu filmleri izleyebilir hale getirildik. Bir alternatif olarak Başka Sinema, gerçekten bir alternatif sağlıyor ve size dayatılan filmlerden başka, oldukça kaliteli filmleri sayılı yerlerde bağımsız sinemalarda seyircilerle buluşturuyor. Call Me By Your Name'i, kitaptan uyarlama bir film olarak Başka Sinema'dan tanıdım.
  Kitabını yaklaşık yirmi günde bitirebilmem benim için üzücüydü. Bu kadar konuşulan bir filmin uyarlandığı kitabın bu kadar hayal kırıklığı olacağını hiç düşünmemiştim. Benim için Fight Club gibi oldu; kitabı okuduğumda hiç beğenmemiştim ve bana söylenen 'filmi daha güzel' yorumlarına 'filmi daha güzelse bu kitabı daha da kötü yapar' cevabımla filmlerini izlemeyi reddetmiştim. Aynı şekilde 'şimdilik' Adınla Çağır Beni kitabının filmini de izlemeyi reddediyorum ve hemen roman yorumuma geçiyorum.

  Kabaca yaz tatilinde B.'ye gelen konuk Oliver ile ev sahibelerinin oğulları Elio arasında çekimi anlatan roman diyebiliriz. Oliver içe dönük, kapalı yapıya sahip bir karakterimiz. Arzu ve tutkularını bastırmasını iyi bilen karakterimizin ailesi de tahmin ettiğim kadarıyla muhafazakar bir yapıya sahip. Bu konuda 'ondan beklenen şeyleri' devam ettirme yolunda duygularını bastıran ya da görmezden gelen bir yapısı olduğunu düşündüm kitabın son bölümlerinde. Aslında bu meseleye ağırlık verilebilir, Oliver'ın hayatının içerisine daha çok girebilirdik ama yazar onu olduğu gibi gizemli kılmayı seçmiş, Elio'nun gözünde de olduğu gibi.
  Elio gibi bir karakterden uzun süredir bu kadar nefret etmemiştim. Bir karakter bu kadar mı çelişkili yansıtılır? Demek istediğim, kişinin kendi içerisinde yaşadığı çatışmalar değil. Elio, yan odada yatan Oliver'ın yanına gitmek istiyor mesela. Sayfalarca bu konu hakkındaki kararsızlığını okuyoruz, kederliliğini görüyoruz. Sürekli gitmemesi, yaklaşmaması, yakınlaşmaması gerektiğini söylüyor bize Elio. Bunun için binlerce neden gösteriyor. En sonunda ne oluyor dersiniz? Odaya gidiyor. Kelimenin tam anlamıyla çıldırıyorum. Eşit ölçüde kararsız kalma durumunda gerçekleşen bir eylem değil. Orantısız bir şekilde gerçekleşen kararsız kalma durumu ve beklenmeyen seçeneği seçme hali. Bu okuyucu şaşırtma hali değil bence, daha çok okuyucuyu deli etme hali.
  Kurgu alışıldık bir kurgu olarak karşımıza çıkıyor. Benim için ise romanın en ilgi çekici yanı, sanat ve edebiyat hakkında konuşmalar ve alıntılar idi. Oldukça donanımlı karakter olmaları etkileyici bir faktördü. Elio'nun babasının konuşmaları da bir o kadar bilgeceydi.

  Gelelim başlıca sorun olan yazarın dili ve çeviri meselesine. Yazarın dili ağdalı filan değildi. Korkunç uzunlukta cümlelere gereksiz kelimeler konularak şişirilmiş anlatımlar vardı ve bu anlamı zorlaştırıyordu. Çevirinin de bu olayı daha da zorlaştırdığı açık. Zira anlam bozuklukları, uzun cümlelerde yitip giden anlam bütünlüğü fazlaca göze çarpan cinstendi. Bu da okumayı zorlaştırıyordu.

  Son olarak yazarın 'lgbt kitabı yazmak isteği' doğrultusunda birçok şeyin gözden kaçırıldığını önemsizleştirildiğini düşünüyorum. Yazarın mı yoksa çevirmenin mi kullanımı bilmiyorum fakat romanda geçen 'kadınım/erkeğim' ifadesi oldukça gereksiz ve rahatsız ediciydi kanımca. Çok fazla durmak istemediğim bu konu hakkında beni neyin rahatsız ettiğini açıklamama gerek yok fakat kocaman bir soru işareti çizdiğim bir ifadeydi. Lgbt romanı kaleme alınırken birkaç unsurda dikkat edilmesi gerekiyor sanırım. Teenage bir roman olabilir ama bu her şeyi savsaklayacağı anlamına gelmemeli.
  Bunların dışında ise genel olarak kitabın akışı fena değildi. Beni kendi adınla çağır, olayı etkileyici bir unsurdu. Aşkın belki de en güzel ifade ediliş şekliydi. Zira çevresel faktörlerden öte kendi engellerini kendileri yaratan karakterlerin aşkı böylesine algılayışı etkileyici idi.

  Elio ve Oliver, aşkın bir başka zor yüzünü gösteriyorlar. Aralarında çekim, rutin hayatlarında beklenmedik bir şekilde vuku buluyor. Okurken ise size bu çekimin rutin hayatlarında nasıl yer bulmaya çalışacağı sorusunu sorduruyor.


  Okumaya değer fakat belli başlı sıkıntıları olduğunu düşündüğüm romanın incelemesinin sonuna geldik efendim. Sevgili Sarımsak severler, diğer blog yazısında görüşmek üzere, kendinize iyi bakın!

Bulamadın mı?

DMCA Protection