Salı, Eylül 5

Olumlayamadıklarımızdan mısınız?

 777

Aldım verdim kabul edip evrene teslim ettim. Niyet de ettim bu yazıyla Sarımsak'ın patlamasına (aynen bin yıllık blogger aracılığıyla hem de) ve güzel övgüler almaya. 

Evrenden gelen sonuç: Kabul ettim ve sana sanki hayatında hiç karşılaşmamışcasına binlerce zorba yorum getirdim.

Amen.


Bu yazıyı yazmadan yaklaşık 5 dakika önce, Instagram'da karşıma çıkan o olumlayıcı cümle sonrasında bir ilham geldi. Ne oluyorum ben? Yaşam koçu? Paralarını cukkaladığım zenginlere nefes ve bağırma egzersizleri yaptırıp günümü gün etseydim olurdum. Ama onu da olamadım. 

Biraz da buradan geldi bu yazı yazma isteği. Kendimi en çaresiz, en bitkin ve yorgun hissettiğim anda karşıma birden olumlayacı gönderiler düşmeye başladı. 

"Asla vazgeçme, sen biriciksin!"

"Yorulduğunda dinlenmeyi öğren! Bırakmayı değil!" 

"Öldün mü? Başarım diye yorumla!" 

E ben de zaten oradan oraya mental breakdownlar arası astral seyahat düzenlemekten şehirlerarası otobüs şirketi kurmuşum zihnimin bir köşesinde... Karşıma ısrarla çıkan o 10 gönderiden birisini ciddi anlamda içimden gelerek beğendim ve "like"ladım. Instagram algoritması bu anı bekliyordu sanırım. Karşıma anında benzer x100 post çıkarmaz mı? Düştüm ben de. Evet, buna da düştüm. Ya da bunda da düştüm. 

İşin aslı şöyle... 

Biraz ciddilik...


Bir süredir (yaklaşık dört yıldır) hayatımın en önemli ve en kritik aşamasında hissediyorum kendimi. Bunu her anlamda ele alabilirsiniz, sanki içinde bulunduğum konum ve yaptığım şey benim hayatta tutunduğum tek dal adeta. Bu, bu kadar ciddiye alınır mı? Alınır. Nedenini, ayrıcalıklı dünyalarında zevk ve sefa içerisinde yaşamamış kişilerle konuşuruz, orası ayrı. Aldım mı, aldım. Peki bu bana nasıl yansıdı?

Parasızlık derdi? HEM DE NASIL

Gelecek kaygısı? YARINIM OLACAK MI, CİNSİNDEN

Yaşayabilme anksiyetesi? PRIDE'DA GÖRECEKTİNİZ BİR DE, ÇENEM KİTLENDİ GERGİNLİKTEN

Kabul görme arzusu? BUNDAN BAŞKA NE ARZUM OLABİLİR Kİ

(Instagram: soleoado)

Bunlar hadi tamam da (tamam değil de işte hani bi' anlık bilinç kaybına uğradık, unuttuk bunları) herhangi bir şeyle tek başına mücadele etmek bence hepsinden daha yorucu olan. 

Çok da uzun olmayan bir zaman önce kendi kendime düşündüğümde birbirimizi karşılıklı sevdiğim kişiyle dümdüz herhangi bir aktivite yapmanın beni dünyanın en mutlu insanlarından ve aynı zamanda her şeye başarabileceğini düşünen insanlardan biri yapacağından birden emin oldum. Dedim ki, mesela, hani Allah'ın işi denk geldi oldu... Düşündüm, düşündüm. E bi' güzel geldi. 

Birisiyle de bu düşüncelerime yakın birkaç şey yaşadık. (Şimdi okur falan, çok detaya girip pasif agresif gibi gözükmeyim.) E olmadı abla. Düştüm mü? Düştüm ama kalkmak zorundaydım. Tam o sıralarda inanılmaz önemli (????) şeylerle uğraşıyordum, dört yılın neredeyse sonuna gelmiştim. Düşersem ve bir şeyleri kaçırırsam daha da düşecektim. O yüzden izin vermedim. Bihter'in "Peki" repliğini aynaya karşı tekrar ettim. 

Öyle ya da böyle derken.... Varmak istediğim noktaya ufaktan gelirken....

Yine bu yazıyı yazmadan yaklaşık yarım saat önce birden "Ulan Sarımsak, tamam hani bi' süre geçti, dört yıl filan. Bir şeyleri kaçırdın mı ya da bir şeyleri yakalandın mı?" diye sordum kendi kendime. Belki azıcık saçmalarken cevap bulurum diye yazmaya başladım. 

Bir şey yakaladım mı? Yakında göreceğiz. Bir şey kaçırdım mı? O kadar bilmiyorum ki bu sorunun cevabını. 

Hani böyle tribe girip "Ne için be, ne için?" dersiniz ya kendi kendinize (demiyorsanız ayrıcalıklı dünyalarınızda yaşamaya devam edip yazımı terk edebilirsiniz), birden emeklerinizi sorgularsınız. 

Juliette kız kardeşiyle sevişir miydi,

Etik buna ne derdi,

Non-binary evrende bunun yansıması ne olurdu,

diye düşünürken belli bir miktar parayla, belli yaşam standartlarından bir adım ileri gidemeyip dahası gerilerken tüm bunların tam olarak nasıl bir anlamı veya gereği var? 

Bence daha da önemlisi (işte vurucu nokta) neden bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim? Yorgun argın eve gelmişim, yorgunluktan kolumu hareket ettiremiyorum. Ağzımın içindeki yaralardan ne bir şey yiyebiliyor ne de konuşabiliyorum. E peki niye?

Çünkü tam tamına 6 gün önce yaşadığım büyük buhrandan sonra akşamına en yakın arkadaşımla biraz (???) içki içip dağıttık. Cuma gecesi ben tek başıma dağıttım, hunharca. Cumartesi gecesi +1 kontenjanıyla (işte o da ayrı bir hikaye) daha da hunharca dağıttım. Sonra bir uyandım, e ben düşmüşüm. Düşmekle kalmamışım yamulmuşum. Üstelik bir de ağzım, neredeyse açılmayacak derecede yara içerisinde.

Sonrasında da...

Bir gün bir gün bir çocuk

Eve de gelmiş kimse yok. 

Sonra ne yapmış, valla o da ne yapsın, OLUMLANAMAMIŞ. 


Cuma, Kasım 13

85 Yazı'ndan... (été 85)

  Merhaba Sarımsakseverler! Pandemi ayları tüm dehşet verici şekliyle sürerken uzun süredir kapalı olan sinema salonların açılmasından sonra 'ilgi çekici' bir şeylerin vizyona girmesini ve aylar sonra o koltuklarda oturup harika film izlemeyi bekledim. François Ozon'un bu yıl gösterime giren été 85 filminin Beyoğlu Sineması'nda gösterime gireceğini duyunca da koşarak gidip izleme isteği oluştu içimde. İyi ki koşarak gidip izlemişim, zira birkaç gün öncesinde Beyoğlu Sineması, pandeminin getirdiği çeşitli sıkıntılar nedeniyle kapılarını bir süre kapatma kararı aldı. 


  Yaptığı göndermelerle, benzetmelerle, müzikleriyle ve daha da önemlisi hissettirdiği duygularla tamamıyla beni etkisi altına alan été 85’in hikayesi aslında sondan başlıyor. İlk sahne bir suç filmi sahnesi gibi adeta, iki yanında kolluk kuvveti olan Alex, bir hikaye anlatacağını söylüyor. Ölüm’e ilgisini olduğunu söyledikten sonra tek bir cesetle ilgilendiğini ekliyor. Tam bu sırada da Haneke’nin Funny Games filmden kopup gelmişçesine Alex kameraya doğrudan bakıp, eğer ölüme ilginiz yoksa burada bırakabilirsiniz, uyarısında bulunuyor izleyiciye, adeta ürkütücü bir kamu spotu gibi.

  Burada başka bir şeyden bahsetmek istiyorum. Prensip meselesi olarak (çünkü ben çok önemli bir şahsiyetim ya ondan hani) genelde izleyeceğim filmlerin fragmanlarını izlemiyorum. Afişine, yönetmenine bakıp karar veriyorum. Bu beni müthiş bir bilinmezliğin içine atıyor ve bu his oldukça hoşuma gidiyor. Bunu söylememin sebebi, aynı hissi été 85’de de yaşamış olmam. Fragmanını izlemeye gerek duymadan afişinden zaten bi’ gençlik aşkı filmi izleyeceğinizi anlıyorsunuz ama filmin bahsettiğim ilk sahnesi kendi kendime ‘galiba hiç de beklediğim gibi olmayacak’ dememe sebep oldu.

  Funny Games vari, Alex’in korkusuzca kameraya, yani bize bakması beni etkiledi. Bu sahneden sonra da bir – iki ay öncesine gidip hikayenin başını izlemeye başlıyoruz, elbette birisinin öleceğini bilerek. Alex ile David’in hikayesi, Alex’in tekne kazası yapması sonrasında David’in ona yardım etmesiyle başlıyor. Pek bir yardımsever olan (burası kinaye dolu…) David, Alex’i alıp evine götürüyor ve David’in annesi bir güzel yardımcı oluyor Alex’e. Bu müthiş arkadaşlık burada başlamış oluyor… Alex ve David’in tekrar italik bir şekilde yazacak olursak arkadaşlığı kısa sürede kuvvetleniyor. Tabii burada üzücü olan şey, bu arkadaşlığın bir ‘yaz rüyası’ kadar kısa olması.



  Film, bir kitap uyarlaması esasen. Aidan Chambers’in Dance on My Grave kitabından uyarlanma bir Ozon filmi. Filmi izlediğimde uyarlama olduğunu bilmiyordum ama filmi izledikten sonra ‘filmin başka ismi olsaydı ne olurdu acaba’ diye düşündüğümde aklıma kitabın isminden daha iyi bir isim gelmedi… Bu, bir ‘anlaşma’ya ya da belki daha doğru bir ifadeyle ‘söz’e dayanıyor. Burada fazla spoiler vermeden geçiştireceğim ancak her sahnenin müthiş bir görsel haz sağladığı gibi spoilerını vermekten kaçındığım sahnede gözlerimin önünde canlanıyor tüm mükemmelliğiyle.

  Asıl ismi Alexis olan Alex, David’in kendisine ‘Alexis çok uzun, sana Alex diyeceğim’ demesinin ardından Alexis’in artık herkesin ona Alex olarak hitap etmesini istemesi, belki de David ile olan bağın ne kadar kuvvetli olacağını ya da David’e ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Aralarındaki bu bağı, birlikte geçirdikleri zamanı izlerken de hissediyoruz elbette. Alex’in David’e, Verlaine’nın Rimbaud’a yazdığı düşünülen şiirini okurken Rimbaud ve Verlaine’nın aralarındaki bağa yapılan gönderme ise şahsen birçok şeyi hissettirerek açığa vuruyor. Başka bir gönderme ise David ile Alex’in alışveriş yapmaya çıktıkları sahnede David bir elbiseyi gösterip Alex’e almasını söylediği zaman yapılıyor. Çiçekli bir elbiseyle Ozon -kanımca- kendi kısa filmi Une robe d’été (1996)’ye gönderme yapıyor. (Bu bir gönderme olmayabilir, öyle olmasa bile kesinlikle bir gönderme. Bunu fark ettiğim için bir miktar kendimi müthiş bir sinefil gibi hissettim.)

  Bununla birlikte beni en çok etkileyen sahneden bahsedeceğim. David ile Alex, bir gece kulübünde dans ederlerken David birden ortalıktan kayboluyor ve sonra elinde walkman ile gelip Alex'in arkasından yaklaşarak kulaklığı Alex'in kulaklarına takıyor. Çalan şarkı ise Sailing... Tüm atmosferi birden tepetaplak yapan David, Sailing dinleyen Alex'in etrafında dans etmeye devam ediyor. Bence sırf bu sahne için bile izlenir... Aynı zamanda, Sailing'e dikkat... Daha sonra -maalesef ki- tekrar çalacak filmde...



  Son olarak filmin sahnelerine ve müziklerine kısaca değinmek istiyorum. 80’lerin müthiş ezgilerine sahip olan müzikler, zekice düşünülmüş ve harika açılarla çekilmiş sahneleriyle birleşince filmin hikayesi ne kadar orijinal olmasa da izlemek için tek başına bir sebep oluyor. Orijinal olmadığına dair ironi içeren vurgu yaptım zira filmin hikayesi ‘iki ergenin yaşadığı duygular’ olarak basitleştirilebilir, ancak bu kadar basit bakmamak gerekiyor diye düşünüyorum. Hele ki oyuncuların performansları çok üst düzeyken…

  Peki bu filmin benim için önemi nedir? Açıkçası milenyum öncesinde geçen özellikle ergen iki erkek arasındaki arkadaşlık hikayeleri beni çoğu zaman etkilemiştir. Bunun birçok etkeni var. Ama en önemlisi yaşanılan saf duygular. David hovarda, şerefsiz ergenin teki. Ama duyguları saf ve gerçek. Saf derken, daha çok gerçek demek istiyorum aslında. Bunu neden önemsiyorum, çünkü gerçek hiçbir duygunun kalmamış olmasından oldukça şüpheliyim…


  Gerçek duygularla ve gerçek filmlerle karşılaşın hep! Ve été 85’i izleyip bana yazın…

Görüşmek üzere Sarımsakseverler!


  


Çarşamba, Nisan 22

Neydik? Ne Olamadık?




  ''How many special people change?
    How many lives are living strange?













 Merhaba Sarımsakseverler! Bu yazıya başlamadan önce güzel bir şarkıyla karşılamak istedim sizi.   Öyle tahmin ediyorum ki, her insanın hayatında mutlaka kişiye huzur veren birçok duyguyu aynı   anda yaşamasına olanak sağlayan bir şarkı vardır. Sanırım benimki de bu şarkı.

  Bugünkü yazım diğerlerinden biraz farklı olacak. Bir kitap önerisi veya incelemesi yapmayacağım. Tam böyle dokuz sene önceki gibi içimden geçenleri yazacağım. Yaşadığımız bu garip ve bir o kadar da korkutucu zamanlarda sizlere müthiş benliğimle harika şeyler üretip sunmayacağım, bunda bir anlaşalım ilk önce. Müthiş benlikleriyle bir şeyler üretip sunanlara da burun kıvırmaya başlamadım değil.

  İlk başlarda güzeldi aslında, en güzel olabileceği noktaya kadar belki de. Ya da üstüne koca bir çizgi çekip şunu diyebilirim: Güzel gözüktü, en azından bana. Sanal müzeler hoştu, yayınlanan ücretsiz dergiler ve kitaplar da hiç fena değildi. Hemen kurbağa misali başka bir yere atlayarak şunu da söyleyeyim; evde olmak hiç de kötü değildi.

  Evde olmaktan hoşnutluk duyuyorum çünkü kalabalıkları hiçbir zaman sevmedim. Bugün bile mesela, evlerde olma zorunluluğunu hissettiğimiz günlerden birinde yani, markete gittiğimdeki o kalabalık ilk saniyede beni boğdu. Gariptir, her şey insanlarla güzelken aynı zamanda her şey insanlarla kötü.

  (Bağlamak istediğim yerler bazen kaçıyor elimden parmaklarımdan ve beynimin en büyük yerlerinden. Kusuruma bakmayın, bilinç akışı yöntemi beni aşar ama öyle yapıyormuşum gibi davranabiliriz bence. Çünkü, nedendir ki, hepimiz bir şeyleri öyle yapıyormuş gibi davranıyoruz zaten.)

  Tek başına'lık hissi kalbimin en kuytu köşelerine dokunan beynimin en görünmez yerlerinden saçılan mutluluğumu tetikliyor. Bunun birçok sebebi olabilir. Ama ortalıkta sebep arayan yok, o yüzden devam. Dikkatinizi çekerim ki, bahsettiğim şey bir yalnızlık değil. O olsa olmaz mı peki, ayıp ettin, olmaz olur mu? Ama bu, o değil. Bu, benim naçizane düşüncelerimin ışığında, bir isyandır. Demem o ki, neresinden bakacağınız size kalmış bir şekilde, tek başına'lık bir isyan duygusudur. Neye karşı olduğunu bilemiyorum tam olarak, yine derinlerden kuytu köşelerden gelen bir duygu kırıntısı söylüyor bana bir şeyler. Ama bu çok kişisel bir nokta, bunu gözden kaçırmamak gerekiyor.

  Bir iki adım geriye giderek ve şimdiyle az öncekini birleştirerek ve karantina günlerinde anladığıma emin olarak şunu diyebilirim; ilk önce kalabalık sonrasında da tek tek bireyler müthiş bir yorgunluk hissi veriyor bana. Yazımın başlığındaki ikinci soruya cevap verecek olsam:

  hiçbir şey dahi olamadık

diyebilirim. Peki ilk soru? Orası biraz kafa karıştırıcı. Cevabı bile olmayabilir. Bunun olası sebeplerinden birisi, asla ne olduğumuzla ilgilenmediğimiz olabilir. Bunun bir adım ötesinde ve belki de bir adım gerisinde bir önerme daha var; asla herhangi bir kişinin ne olduğuyla ilgilenmediğimiz olabilir. Tüm bunları tam 'şimdi'den bakarak söylüyorum. Çünkü tam da 'şimdi' tüm açıklığıyla karşımızda duruyor.

  Ucuz bir romanın karakterleriyle birlikte yaşıyoruz gibi. Kaliteli bir romanın ucuz karakterleri var etrafımızda, değil. Bu hatayı yapmam. Hep birlikte, ucuz bir romanın varlığından elbette ki habersizce ucuz bir romanın karakterleriyiz. Birisi var mesela, bedeniyle var olmaya çalışıyor. Ötekisi onun bedenine duyduğu hayranlık ile var olmaya çalışıyor. Bir diğeri de belki ruhuyla var olmaya çalışıyor. Ama bunun nasıl olacağını o da bilmiyor, elbette ki. Bir ötekisi de, tesadüfe bakın, kendi isminin yazılı olduğu sayfanın tam arkasına denk gelen yerinde yine kendi ismi yazılı olduğunu fark ediyor. Olacak o tabii, aşık oluyor kendisine. Bir başkası ise, içinde bulunduğu bölümü romanın tamamı sanıyor. O kadar ahmak ki, görme yetisi olsa dahi göremez önceki veya sonraki bölümü. Şans işte, o bölümde de bir tek onun adı geçiyor. Birkaç kişi de ahmalıklarını kıyasıya yarıştırıyor, ahmaklıklarını bir erdem sanarak.

  Bu ucuz romanda, neydik biz gerçekten, bilinmez hala. Ne olamadığımız çok açık ama: hiçbir şey.





Pazar, Eylül 29

IT'i An, Çomağı Hazırla 2







''I would rather not go 
Back to the old house.

There's too many
Bad memories.''

The Smiths - Back to the Old House












  Merhaba Sarımsak Severler! Stephen King'in korku destanı olan IT, ikinci bölümüyle bu ay vizyona girdi. 2017'de yayınlanan ilk filminde olduğu gibi ikinci filminde de blog yazısıyla karşınızdayım (İlk filmin incelemesine buradan erişebilirsiniz)! Bu yazıda da film üzerinden ilerleyerek film-kitap karşılaştırması yapacağım. Ancak IT 2, bir yapım olarak kitaptan bağımsızlığını öyle bir ilan etmiş ki, nokta atışlarıyla karşılaştırma yapmam neredeyse imkansız. Tüm bunlara rağmen müthiş dikkatli bir okuyucu ve izleyici olarak sizlere az spoiler vererek müthiş bir yazıyla karşınızdayım, emin olun Sarımsak severler!

  Hatırlayacaksınız ki ilk filmde karakterlerimiz IT'in bir şekilde üstesinden gelmeye başarmış ve onu çıktığı deliğe geri gönderebilmişlerdi. Fakat Losers Club, IT'in öldüğünden emin olmadıkları için eğer Pennywise kasabaya dönerse onunla tekrar mücadele etmek adına birbirlerine söz vermişlerdi. İlk film de burada sona ermişti.
  İkinci filmde bu sözün ardından 27 yıl geçmiştir ve karakterlerimiz dünyanın farklı yerlerinde hayatlarını sürdürmektedir. Çocukluklarını en büyük korkularıyla yüzleşmekle geçiren kahramanlarımız kişilikleri ve travmaları doğrultusunda yaşamaktadır. Anlayacağınız herkes o korku dolu kasabadan ayrılmıştır. Bir kişi hariç... Mike, nedeni bilinmez, Derry'de kalmayı tercih etmiş ve aradan geçen 27 yıl boyunca bir kere bile kasabadan çıkmamıştır. Derry kasabasının korkunç tarihi içerisinde 27 yılda bir gerçekleşen kayıp çocuk vakalarını ve çocuk cinayetlerini araştırmaktan başka hiçbir şey yapmamaktadır, Mike. (Dipnot: Evet, en gereksiz bulduğum ve en sevmediğim karakter Mike, evet.)
  Açılış sahnesinde Xavier Dolan, eşcinsel karakter Adrian'la karşımıza çıkmaktadır. Sevgilisiyle lunaparkta zaman geçirirken zorbalığa maruz kalan feci bir biçimde dövüldükten sonra da köprüden suya atılan Adrian'ı Pennywise karşılaşmaktadır. Böylece bizim grup için de macera yeniden başlamaktadır.
  Küçük bir değerlendirme olarak, açılış sahnesinde Adrian'ı canlandıran Dolan'ı görmek müthiş etkileyiciydi. Zorbalara karşı duruşu, konuşmaları ve asla geri adım atmaması, bende anlamsız bir gurur hissi uyandırdı. Öldüresiye dövülürken bile o zorbalara yalvarmayıp aşağılık birer varlık olduklarını söylemesi takdir edilesiydi.

  Gelelim bizim ezikler takımına... Kendisine atadığı müthiş liderlik statüsünü yaşlandığında bile koruyan Bill, Stephen King misali korku kitapları yazmaktadır. Eşiyle de mutlu bir hayat sürmektedir (Taa ki Beverly'i görene kadar). Felaket tellalı olarak 'Bizim IT geri döndü, hadi bakalım buraya gel.' diyerek milletin huzurunu kaçıran Mike, Bill'e telefon açar ve Bill anımsamanın verdiği o rahatsızlığa kapılır.
  Hayatını komedyen olarak sürdüren Richie, sahneye çıkmadan önce Mike'dan bir telefon alır ve huzursuzlukla istifra eder.
  Annesinin müthiş otoritesinin kendisinde yarattığı travma ve belki bu travmanın oluşturduğu 'anne yanı' hissi Eddie'nin annesi gibi birisiyle evlenmesine neden olur. Mike, Eddie'yi arar ve Eddie otoriter karısına açıklama yapamaz.
  Aynı şekilde babasıyla gelgitli bir ilişki yaşayan ve babası tarafından şiddete maruz kalan Beverly, tıpkı babası gibi birisiyle evlenir. Mike, Beverly'i arar ve kocası tarafından şiddete maruz kalır.
  Grubun sonradan en yakışıklı olan Ben, mimar olmuştur. Lüks bir hayat yaşar, toplantılardan toplantılara koşar ve yoğun hayatı içerisinde olağan bir şekilde yaşmaktadır. Mike, Ben'i arar. Ben, tüm toplantılarını iptal eder.
  Stanley... Grubun en bahtsızı ve en naifi. Arkadaşım olsa onsuz bir dakika geçirmek istemem. Mike'ın elleri kırılsaydı da Stan'i aramasaydı. Mike, Stan'i arar. Stan...

  Genel olarak bir perspektif çizdiğimize göre daha kapsamlı değerlendirebiliriz. İlk filme göre ikinci film bence kitaba biraz daha uygundu. İlk filmde 'nasıl buna değinmezsiniz?' diye isyan ettiğim birkaç noktaya bu filmde değinilmişti. Ancak her şeyden önce dikkat edilmesini önemli bulduğum bir nokta var. Stephen King, romanlarına otobiyografik ögeler yerleştirmeyi seven bir yazar. IT hikayesinin geçtiği Derry kasabası da eminim ki onun için özel bir yer. Öyle ki birçok kitabında da hikaye bir şekilde Derry ile kesişiyor. Romanda geçen Derry kasabasının aslında ABD'de bulunan Bangor kasabasının ta kendisi. IT filmi de bu kasaba içerisinde çekildi. Hatta ve hatta Stephen King'in bu kasabada bir evi de var. Daha da ekstra bilgi vereyim, Stephen King, bu kasabaya rehberli tur düzenliyor. Bu kasabanın King'in hayatını bir şekilde etkilediğine o kadar eminim ki... Kasabanın ruhunu, filmde belki çok fazla anlayamazsınız fakat romanda her bir hücrenizle hissedebiliyorsunuz Hiç adım atmadığınız Çorak Topraklar'da çocukluğunuzu geçirmişsiniz gibi bir hisse kapılabiliyorsunuz adeta. O yüzden, Stephen King'in romanlarındaki mekan seçimleri kesinlikle rastgele değil ve eminim ki kendi başlarına bu mekanların da özel hikayeleri var.

Roman içerisinde ismi Silver olan Bill'in bisikleti, önemli bir yere sahip. Çünkü grubun geri kalanının bisikleti olmadığı için birçok acil durumda yardıma Silver koşuyor. Zorbalardan kaçarken, Çorak Topraklar'dan merkeze giderken, eczaneye yetişirken... İlk filmde hakkı kesinlikle verilmemiş olan bu bisiklet, ikinci filmde hakkettiği değeri görüyor. Hem de hikayenin en değerli kişisinden, Stephen King'den.
Derry kasabasından ayrıldıktan sonra kasabaya dair anılar karakterlerimizin hafızasından birer birer silinmiş durumdadır. Mike'ın telefonuyla verdikleri sözün arkasında durmak için kasabaya dönen karakterlerimiz, en büyük korkularıyla mücadele etmek adına geçmişteki saf duygularını tekrar anımsamaları gerekmektedir. Bunun için de kasaba içerisinde mini turlara çıkmışlardır. Bill, Silver'ı bir eskici dükkanında görür ve birçok anısı elbette ki yeniden canlanır. E, bilin bakalım dükkanın sahibi kimdir... Evvvveeet Stephen King'in ta kendisi. Hatta ve hatta korku romanları yazan yaşlı Bill'e laf sokmayı ihmal etmez. Uzun lafın kısası 'İLERİ, GÜMÜŞ!' lafının taşıdığı önem, bu filmde verilmişti.
Beverly gibi bir karakter ayrı bir blog yazısını hak ediyor. Babası ile olan ilişkisini ne kitapta ne filmde asla anlamlandıramadım. Müthiş bir şiddet görürken içten içe farklı bir sevgisi de vardı. Aynı şekilde babası da karısının ölümünden çocuğunu sorumlu tutarken ve müthiş bir şiddet gösterirken bir yandan da çok seviyor gibi görünüyordu. (Dipnot: Babasının Beverly'nin üzerine ölen eşinin parfümünü sıkıp kokladığı sahne, çok etkileyici ve sarsıcıydı.) Zehirli ilişkilerin baş kahramanı Beverly, tıpkı babası gibi kendisine şiddet gösteren birisiydi evlenmektedir. Kitapta olan fakat filmde olmayan bir nokta ise Beverly'nin kocasının kitapta şiddete daha çok meyilli olmasıydı. Romanda o şiddet sahnesi ne kadar sürdü bilmem ama okurken ömrümden ömür gitmişti, hatırlarım. Üstelik kasabaya geri dönen sadece Beverly olmamakta, sapkın aşığı olan kocası da onu takip etmektedir. Ve sürpriz! Bilin bakalım sahnede başka kim var? Evet, Bill'in sevgili karısı... (Dipnot: Bunların hiçbiri filmde geçmiyor Sarımsak Severler...)


  Stanley, en sevdiğim karakterlerden birisiydi. Oyuncu seçimi de kesinlikle harika olmuş, bunu söylemeliyim. Grubun içerisinde muhtemelen içinde en çok korkuyu barındıran kişi oydu. Onun sakin bir hayatı olması gerekiyordu. Pennywise gibi birisiyle mücadele etmek için çok naifti mesela. Kitapta ve filmde Stan'in hikayesi aynı biçimde işlenmişti. Karakterin kişiliğini değiştirmemişlerdi. 

  Filmin sonunda Pennywise ile mücadele ederken birlik olmaları kitabın ruhunu yansıtır biçimde. Kaldı ki romanın bende hissettirdiği duyguları tarif edemem. Filmle ve kitapla ilgili herhangi bir şeye rastladığımda anımsadığım ilk şey King'in bende bıraktığı duygular. Yapım, bir korku destanı olmasının çok ötesine geçen bir dostluk hikayesini barındırıyor. Loser'ı Lover olarak değiştirerek yaptıkları, inanılmaz etkileyiciydi, kabul edelim. O yüzden hayatımın bir noktasında, ergenlikte ve yetişkinlikte bu hikayeyle karşılaştığım için kendimi şanslı ve mutlu hissediyorum.
  Filmin son sahnelerinde kitapta olmayan şeyler eklenmişti. (Spoiler geliyor) Özellikle Pennywise'ın Richie hakkında bahsettiği o 'sır' benim tahmin ettiğim gibi Richie'nin eşcinsel olması yönündeyse ve Richie'nin aslında Eddie'ye yoğun duygular beslemesi ise kitapta olmayan varsa da hatırlamadığım bir ayrıntıydı. Mike'ın neresinden uydurduğu belli olmayan ayini zaten deli saçmasıydı. Çünkü olayın ruhu, birbirlerine olan bağ ve bu bağ çerçevesinde ortaya çıkan korkusuzluk duygusuydu. Ayin ile geleneksel bir şeyler yapmak akıl işi değildi.
  Her şeyi bir kenara koyarsak, filmin efektleri ve korku unsurları tam bir korku filmine yakışan türdendi, saygıyla eğiliyorum önlerinde. Filmdeki favori sahnem ise Pennywise'ın Ben'in peşinden Ben'in Beverly'e yazdığı şiirdeki gibi alevler içinde şiiri okuyarak koşmasıydı. Onur kırıcı bir olay, ama epik bir sahne.

  Son olarak Eddie'nin veda cümlesiyle veda edelim...

  ''Beep Beep Richie.''





Çarşamba, Haziran 5

Mahcubiyet ve Haysiyet

   
  ''Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.''



  Kitabın kapağında her şeyin başlangıcını ya da her şeyin sona erişini temsil eden bir şemsiye var. Bu şemsiye kırılmış ve yere atılmış bir halde. Hikaye ise Ekim ayının bir Pazartesi sabahında yağmur toplayan bulutların meydana getirdiği kasvetli bir havada başlıyor. Bu atmosfer, Elias Rukla tarafından defalarca tekrar ediliyor. Sanki bir şeyleri önceden haber vermek istermiş gibi. Şemsiye ise bu atmosfer içerisinde güçlü bir yere sahip.

  Sarımsak severler, bugün size anlatması zor bir kitaptan bahsedeceğim, elimden geldiğince. Birçok farklı katmanı olan bu kitap, içinde bulunduğumuz koşullar çerçevesinde farklı okumalara olanak veren bir kitap. Benim size sunmayı planladığım pencere ise iyi bir okuyucu olduğunu düşünen bloggerın yalın penceresi.
  Edebiyatın müthiş bir iyileştirici gücü olduğuna inanmışımdır her zaman. Mahcubiyet ve Haysiyet kitabını okurken de bir insan olarak iyileştiğimi hissettim. Bununla beraber içinde bulunduğumuz mevcut ortamda yükselen seslerin gürültü oluşturduğu, herkesin konuştuğu fakat kimsenin duymadığı, birileriyle diyalog halindeki insanların aslında sadece kendileriyle konuştuğu zaman diliminde Elias Rukla'nın hikayesine tanık olmak belki de bir kaçış oldu. Ancak bu öyle bir kaçış ki gerçeklikten gerçekliğe doğru yol alan kaçış.

  Hikayenin başlangıcı ya da bitişi bir şemsiye. Aynı zamanda bir başka başlangıç veya bitiş de edebiyat öğretmeni olarak görev yapan Elias'ın, Henrik Ibsen'ın Yaban Ördeği dramını işlediği sırada daha önceki tüm rutin derslerinde fark etmediği bir parantez içine sıkıştırılmış cümleye dikkat kesilmesiyle gerçekleşiyor.
  Edebiyat öğretmeni olarak müfredatın içerisine sıkıştırılmış eserleri incelemek zorunda olan Rukla, farkına vardığı bu gereksiz parantez içindeki cümleyle heyecana kapılmaktadır. Çünkü bir öğretmen olarak belli bir kalıba sokulmuş olmasının getirdiği sınırlı hareket alanı içerisinde keşfettiği nokta ona yeniliğin ve edebiyatın müthiş gücünün hissini yaşatmaktadır. Bu keşfin dersin sırasında olması ise her şeyin bitişini simgeler türden. Öyle ki, karşısında bulunduğu kitle, öğrenci kitlesi, tüm bu sirkülasyonun içerisinde kayıtsızlık gömleği giymiş durumdadır. Elias Rukla, Ekim ayının kasvetli Pazartesi sabahında bulunduğu derste ilgisiz kitlenin gerçekliğinin farkındadır. Üstelik bu kitleyi ciddi bir şekilde de eleştirmekten geri kalmamaktadır. Buna rağmen aynı kitlenin ortaklıklar üzerinden birleşerek kendisine başkaldırma gücünün olduğunun da bilincinde ve bu onu içten içe ürkütmektedir. Anlayacağınız, Rukla sıkışmış bir konumda bulunmaktadır.

  Yaban Ördeği üzerinde Elias'ın gerçekleştirdiği detaylı okuma beni özellikle romanın alt katmanlarına dikkat etmeye yöneltti. Bu açıdan önemsediğim bir nokta, Elias Rukla'nın ve eşinin ismini ilk sayfalarda görmememiz noktasıdır. Yabancılaşma açısından ve Rukla'nın sıradan bir kişi ya da eğitimci olması açısından dikkat kesilmesi gerektiğini düşünmekteyim. İlerleyen sayfalarda gerçekleşen çeşitli olaylar neticesinde Rukla'nın hikayesine tanık olmaktayız. Keskin bir çizgi olmamakla beraber romanın ilk sayfalarındaki o yabancı, tüm çıplaklığı ile hayatımıza dahil olup bizi hikayesiyle esir alarak etkilemeyi başarmaktadır.
  Rukla, benliğini başkaları üzerinde şekillendiren ve başkaları tarafından şekillendirilmesine izin veren karakter olarak karşımıza çıkıyor. Üniversite yıllarına dönerek tanık olduğumuz hikayede aldığı eğitimin yanında felsefe derslerine girerek Johan ile tanışıyor. Her sayfada okur tarafından hissedilen mahcubiyet, Elias'ın Johan ile olan ilişkisi özelinde de rahatlıkla hissedilebilir cinsten. Biraz daha ileri giderek rahatlıkla söyleyebilirim ki Rukla, kişiliğini ve hayatını Johan üzerinden inşa etmiş bir durumda bulunuyor.

  Kitabın daha fazla ayrıntısına girmeden genel bir bakış açısı sunmak istiyorum. Elias, yaşadığı hayatta mahcubiyetin ve haysiyetin en üst safhalarında dolaşan bir karakter. Dostu Johan ve eşi Eva ile olan ilişkisi okura Elias'ın kendi elleriyle şekillendirdiği bir hayattan yoksun olduğunu göstermektedir. Yaşadığı toplumun kişilerden beklentilerini en iyi şekilde gerçekleştirmiş olan karakterimiz, etrafında edebi veya felsefi bir konuda konuşabileceği kimseyi bulamamaktadır. Öğretmenlerden birisinin gelişi güzel romandan yaptığı bir alıntı onu heyecanlandırmaktadır. O öğretmenle iletişim kurmaya çalışmaktadır. Onu gözlemlemektedir. Elias Rukla buna muhtaçtır.

  Roman içerisinde bir hikaye tanık olmanın yanı sıra felsefi göndermeler de elbette ki gözümden kaçmadı. Mühendisler üzerinden eski arkadaşlarını topa tutan Rukla, onların yaşam coşkusunun olmadığını ve onların eylem adamı yetiştiren bir eğitimi seçtiğini dile getirmektedir. Devam ederek, onların hayata karşı büyük bir iştah beslemediğini, yalnızca derslerde başarı gösteren konformist tipler olduğunu eklemektedir. Benim ise bu düşüncelere sonuna kadar katıldığımı ekstra belirtmeye gerek yoktur herhalde...

  Parantez içindeki detay ile başlayan hikaye, bir bitişe doğru yol almaktadır. Elias Rukla, planlanmamış bu bitişe kanımca tüm haysiyetini ortaya koymaktadır. Bunun devamında da geçmişe dönerek hüzünlü yalnızlığı ve mahcubiyetiyle bu bitişin yapı taşlarını hazırlayan hayatını görmemize olanak sağlamıştır.

         Çok feci ama geri dönüş yok.












Cumartesi, Şubat 23

Saatten Saate Notadan Notaya

           ''İnsanlar geniş odaları ve minicik pencereleri olan evlere benziyor.''


simon homo sapiense karşı ile ilgili görsel sonucu
  Yetişkin biri olmama rağmen hala küçük ergen çılgınlıklarında bulunduğumu düşünüyorum, açıkçası. Bir kitaba ya da filme, bazen de her ikisine aynı anda taktığım o küçük ergen patlamaları... Bu yazımın sebebi de bu patlamaların bir tanesinde ortaya çıktı. 

  Simon Homo Sapiens'e Karşı kitabından ve biraz da film uyarlamasından bahsedeceğim, bu yazıda. Arka planda tabii ki Elliott Smith şarkıları dönüyor.

  Sanırım ilk önce yazımın başlığından bahsetmem gerekiyor. Orijinali 'hour to hour, note to note' olan bu söz Elliott Smith'in Waltz #2 şarkısının sözlerinden. Ana karakterimiz anlayacağınız üzere tam bir E. Smith fanı ve anonim mail adresi olarak da bu şarkı sözünü kullanıyor. Etkilendim mi? Fazlasıyla ve nedensizce.


  Hadi baştan başlayalım. Orijinali Simon vs. the Homo Sapiens Agenda olan kitap bir LGBT romanı. Etiket eklemesi yapacak olursam, evet, teenager bir roman. 17 yaşındaki Simon'ın bir sırrı var. Gay olması. Bir gün, okuduğu lisesinin Creeksırları isimli Tumblr sayfasında eşcinsellikle ilgili anonim birisi tarafından yazılmış bir yazı görüyor. Ardından 'yalnız' olmadığını düşünerek yazıyı yazan kişiyle, Mavi'yle, iletişim kuruyor ve aralarında mailleşmeler başlıyor. Kitapta bu mailleri okuyabiliyoruz ve sanırım benim en çok hoşuma giden kısımlar bunlardı. Çünkü... Bilirsiniz, ikisi de asla birbirlerini tanımıyor. Ama en çok birbirlerini tanıyorlar. Çünkü her şeyi konuşabiliyorlar. Saklanmadan, içtenlikle ve anonim olmanın verdiği cesaretle. Tabii ki sonrasında aralarında bir çekim başlıyor ve bence aşkın en muhteşem olanını tadıyorlar. En saf halini. Kim olursa olsun asla sevmekten vazgeçmeyeceklerinin bilinciyle. Aynı zamanda doğal olarak içlerinde bir korku da var. Birbirlerinin kim olduklarını öğrenirlerse karşı tarafın onu sevmekten vazgeçeceğini düşünüyorlar. Ama ikisi de kendi içlerinde biliyorlar ki o vazgeçen taraf asla kendileri olmayacak. 


  Simon'un anonim ismi Jacques. Fransızca bir isim ve aslında kitapta okuduğunuzda öğreneceğiniz üzere kimliği hakkında büyük bir kopya veriyor. Fakat Simon'un tek açığı bu değil. Hemen kitabın başlarında göreceğimiz bir tehditle karşılaşıyor. Okul bilgisayarında maillerini kontrol ettikten sonra hesabından çıkış yapmayı unutuyor ve kendisinden sonra bilgisayarın başına geçen Martin, Jacques ile Mavi'nin maillerini görüyor. Bunun üzerine ise Simon'a şantaj yapıyor. Kimliğini ve maillerini açıklamaması karşılığında bir isteği var... (O isteği de söylemeyeyim artık.) Simon boyun eğiyor mu? Evet. Korkusu var çünkü, Mavi'yi kaybetmek...

  Uzun süredir bu kadar saf aşkı anlatan bir roman okumamıştım, açık olmalıyım. Okuduğunuzda biliyorsunuz ki, o aşk gerçek. İnsanın tüm vücudunda, tüm sinir uçlarında hissettiği bir aşk vardır. Sanki yaşamınız onun için adanmıştır, sanki siz onun için var olmuşsunuzdur. Onun dışında yaşamın hiçbir önemi kalmamıştır. Hiçbir gerçekçiliği yoktur, onsuz. İşte, tıpkı bunun gibi hissediyorsunuz okuduğunuzda Mavi ile Jacques aşkını. 

simon homo sapiense karşı ile ilgili görsel sonucu

  Yazıyı daha fazla romantik hale büründürmeden kitap-film kıyaslamasına geçiyorum. Kitabı okumadan uyarlamasını izlemeyen o muhafazakar kesimdeyim ben de. Bunun gerekliliğini ve önemini sonuna kadar savunacağım çünkü haklılığım bu kitapta ve uyarlamada bir kez daha kanıtlandı. Kitabı bitirdikten hemen bir gün sonra izlediğim uyarlama filmi sonrasında diyebilirim ki, keşke sadece kitabı okumuş olmakla kalsaydım. Kitabın ruhuna bu kadar aykırı filmle karşılaşacağımı hiç mi hiç tahmin etmiyordum çünkü. 

  Konu hakkındaki muhafazakarlık düzeyim o kadar yüksek ki, kitaptan değiştirilen bir replik bile (atılan değil, değiştirilen) her şeyi bozuyor gibi geliyor bana. Love, Simon filmi maalesef ki kitabın ruhunu altüst eden bir filmdi. Uyarlamayı izlemeden önce çalma listelerini kurcaladım biraz. Çünkü kitapta bolca şarkılar, şarkıcılar geçti. Doğal olarak hepsinin filmde olduğundan emin olmak istedim. Fakat sadece Simon'ın odasına yerleştirilmiş Elliott Smith posterinden başka hiçbir şeye gönderme yapılmamıştı. İşi biraz daha büyütüp Jacques'ın mail adresini değiştirmişlerdi. Biraz daha büyütüp diğer karakterlerin kişiliklerini alt üst etmişlerdi. Yani sadece ve sadece kitabı bir zemin olarak kullanmışlar, geri kalanını kendilerince inşa etmişlerdi. Ama olmazdı ki. Mavi'nin asla yapmayacağı şeyleri filme yerleştirerek kitaba ve kurguya hakaret etmiş olursun, hepsi bununla sınırlı kalır. Yani, her şeyi berbat edersin. 

  Bütün olarak bir değerlendirme yapacak olursam eğer, müthiş samimi ve gerçek bir romandı. Simon'ın bir karakterden ibaret olduğunu inkar edecek kadar etkileyiciydi benim için. 
  Kitabı bitirdikten sonra romanı tarayarak bahsi geçen şarkıları not alıp sizinle paylaşmak istedim. Fakat yazıyı yazmadan önce bu taradığım listeyi internette de görmem biraz moral bozucu oldu. Önceliği kendi çıkardığım listeye vererek sizinle müthiş playlisti paylaşıyorum. İyi okumalar ardından iyi dinlemeler, Sarımsak severler!

               ''Sen varsan, ben tamamen varım,''


Simon Homo Sapiens'e Karşı Kitap Playlist'i

Simon'a baktığımda kendimi gördüğüm zaman onun The Smiths dinlediği zamanlar.
Arada Kid Cudi dinlemişliği de oldu. Çok ciddiye almasam da, 
Sufjan Stevens dinlediği zamanlar Call Me By Your Name göndermesi hissettirdi, 
Küçükken tam bir Passion Pit delisi olması ise tam anlamıyla ortak noktamızdı,
Bir de Fleet Foxes dinler ve tam bir Tegan and Sara fanıdır. 
Son olarak da laf arasında Rilo Kiley ve Jenny Lewis isimleri geçmişliği oldu.

Bunlar dışında direkt bahsettiği şarkılar ise,
Otis Redding - Try a Little Tenderness
The Cure - Just Like Heaven 
Pink Floyd - Wish You Were Here
Ve tiyatro oyununda geçen Billie Jean ve Somebody to Love klasikleri,

Hepsinden öte... Elliott Smith tabii ki kitabın karakterini oluşturan ögelerden birisiydi. Tüm şarkıları ve belki özellikle Waltz #2.

Pazar, Ocak 13

Çaylak Sarımsak Yurtdışında (Türkiyeli Bölüm 2)

  Merhaba Sarımsak okurları.
  Yedi yıldır ilk defa blogumda iki kısım halinde bir maceramı anlatıp yazımı yazıyorum. Çok dengesiz bir ruh haline sahip olduğumdan böyle bir şeye bu zamana kadar kalkışmamam iyi olmuş aslında. Çünkü ilk yazımdaki o nefretten o öfkeden şu an eser yok. Böyle de dengesiz bir yazarım işte, n'apcan...
  Kocaman bir dört ay sonunda, Erasmus sonunda Türkiye'ye, İstanbul'a döndüm. Memlekette bir şey değişmemiş. (Dört ayın uzay mekiği filan mı görmeyi düşünüyordum sanki) Ama inanın bölüm bir yazımdaki ile şu anki yazım arasında geçen sürede ben değişiverdim. Bir şeyler oldu böyle bir garip oldum. Adapte olamadım sanırım hala.
  İşin daha da vahimi koskocaman bir boşluk içerisindeyim. Çünkü Erasmus'un bitişiyle eş zamanlı olarak üniversite hayatımda bitiyor. Mezun oluyorum, anlayacağınız. Hal böyle olmuşken kısa vadede ne yapacağım konusunda bir fikrim yok. Tabii bunları bir kenara bırakırsak garip hissediyorum diyebilirim. Sanki uyuduğumda sabah odamda uyanmayacakmışım gibi. Ya da bir haftalık tatile gelmişim de sonra geri dönecekmişim gibi. Garip olan şey aslında benim garip hissetmem değil. Garip olan şey benim garip hissetmeyeceğimi düşünmüş olmam. Çünkü ilk yazıdan biliyorsunuz, biraz 'hararörörö' gibi bir tavrım vardı. Şimdi süt dökmüş kedi gibi 'Ee ne olacak şimdi?' modundayım.

     KOSKOCAMAN BİR BOŞLUK. Bunun sinir bozucu kısmı, bu boşluğun anlamı olması. Her neyse efendim... Daha duygularımı toplayıp ne hissettiğime karar veremedim. Elbet bu da geçer diyeceğim de biz neleri neleri atlatamadık bunu mu atlatacağız demekten de alamıyorum kendimi.
  Bahsettiğim üzere alt başlıklarla bir Erasmus yazısı yapalım o halde!!!!!

DERSLER MERSLER?
  Pooooosss. En iyi şekilde özetlenmiş haliyle budur, Sarımsak severler. Bilen bilir, felsefe öğrencisiyim. Üstelik son sınıfım. Bunun anlamı şu ki, son sınıfın son döneminde Hegeller, Nietzscheler, Marxlar işleniyor. Diyeceğim, Çağdaş Felsefe Tarihi'nin babalarını görüyoruz. Pardon, görüyorlar. Ben de Erasmus'ta dört aydır sınıfta homofobi tartışmalarına gözlerimi devirerek tahammül etmek zorunda kaldım.
  Hiçbir felsefe dersimin olmayışının mükemmel acısından daha beter bir acı varsa o da aslında hiç 'ders' denilen şeyin olmaması acısıydı. Toplam beş dersimin dördü sosyoloji dersiydi ve BOMBOŞTU. Akademik açıdan hiçbir getirisi olmayan metinler, makaleler ve tartışmalar vardı. Gel gelelim saçma salak sunumlar yaparak tam puan alabileceğiniz bir ortam mevcut. Yani, ortalama kasmak isterseniz, başta Polonya olmak üzere bütün Erasmus yapılan ülkeler buna gayet uygun. Ama yok efendim, benim derdim kendimi geliştirmek bir şeyler öğrenmek derseniz, yallah hiçbir yere. Oturun oturduğunuz yerde okulunuzun akademik eğitimine şükredin. Derdiniz itlik piçlik ise yallah Erasmus'a derim o zaman.

GEZİLER MEZİLER NASIL OLUYOR?
  Ananızın karnınızdan şanslı piç olarak doğduysanız bir euroya (evet evet evet) bin kilometre öteye uçakla gidebilirsiniz. Doğuştan değil ama yine bir iki şansınız varsa beş euroya filan da FlixBus denen naallleeettt otobüs firmasından bir yerlere gidebilirsiniz, benden söylemesi. FlixBus, Avrupa'nın en geniş ulaşım ağına sahip bir firma. Yakın zamanda Polonya firması olan PolskiBus'ı da alarak iyice kazıkçı kapitalist bir bok olma yolunda emin adımlarla ilerliyor ama eğer paranız varsa ulaşım açısından tercih edilebilir. Çünkü otobüs terminalleri genelde şehirlerin merkezlerinde oluyor. Bunun anlamı şu, siz bir euroya uçak bileti aldığınız için havalara uçarken havalimanından merkeze yirmi euro vermek zorunda olduğunuzu duyduğunuzda uçtuğunuz havalardan yeryüzüne zorunlu iniş yapıyorsunuz. Benden söylemesi bakın efendim sonra yok ay şöyle böyle olmasın. Sarımsak söylemedi etmedi demeyin.

ERASMUS BİR SUDUR, KUDUR ALLAH KUDUR
  Gelelim son bölüme... Sevgili Sarımsak severler, eğer ki büyük şehirlerde yaşadıysanız, yaşıyorsanız, Erasmus'a gelince her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsa her türden insanla karşılaşabiliyorsunuz. Bu elbette farklılıkların farkına varmak açısından olumlu bir nokta olurken, 'burası nasıl bir ortam la' modunda da olabiliyorsunuz.
  Birilerini yermek, küçümsemek amacıyla söylemiyorum bunları fakat günlük hayatında yapmadığı, yapamadığı dönünce de muhtemelen yapamayacağı aklınıza gelebilecek her türlü şeyi özgürlükler fırsatı Erasmus'ta yapma fırsatı buluyor insanlar. Bunda yadsınacak bir şey yok elbette. Fakat Erasmus'a gelme amacınız bu değilse, yani şundan bahsediyorum, yapmak istediğiniz şeyleri az da olsa yaşantınızın herhangi bir döneminde yapabiliyorsanız ve sizin tam aksi yöndeki insanlarla bir arada kalıyorsanız işler biraz sıkıcı oluyor. Ne demek istediğimi anlayan anlamıştır. Özeti de, gerçekten bana göre 'Erasmus bir sudur, kudur Allah kudur'



  Parçalar halinde yazdığım bu yazımı burada bitiriyorum efendim. Erasmus maceralarınızı yoruma yazarak benimle paylaşırsanız severek okurum! Daha sonraki yazılarda daha mükemmel konularda buluşmak üzere...














Bulamadın mı?

DMCA Protection